Translate

Bu Blogda Ara

468-MUTLULUK RESİMLERİMİZ SERGİSİ VE FOTO GERÇEKÇİLİK-Özcan Yaman-Evrensel-18 ekim 2019



MUTLULUK RESİMLERİMİZ SERGİSİ VE FOTO GERÇEKÇİLİK

Ressam Nur Koçak’ın Beyoğlu Salt galeride açtığı ‘’Mutluluk Resimleri’’ sergisi üzerinden foto gerçekçiliği ele alalım istedim.
Sergi iki büyük katta izleyicilere sunuluyor. Türkiye’de foto gerçekçilik denilince ilk akla gelen isim olan Nur Koçak, çeşitli dönemlerde gerçekleştirdiği çalışmalarına üç boyutlu ‘erkeklik, erotizm ve tüketim’i eklemiş. Girişe konan külotlu erkek bedenli üç boyutlu çalışma dikkat çekerek, ‘gelin içerde daha neler var’ gibi duruyor. Beyoğlu’nda yoldan geçenlerin dikkatlerini çekerek sergiyi gezmeye çağırıyor diyebilirim. Özellikle kadınların bu külotlu beden ile selfi çekme meraklarıydı. Genellikle kadın bedeni ve erotik iç giysiler görmeye alışmışken erkek iç giyiminin de tüketim nesnesi olarak pazarlandığı bir dünyada yaşadığımızı tersinden gösteriyordu. Üst katta ise çeşitli renk erkek bedeninde çeşitli renklerde üzerlerinde zafer işaretinden, süperman, canavar vb. figürlerden oluşan külotlar serisi devam ediyordu.
Büyük bir salonda kendi hatıralarından aile arşivinden fotoğrafların resimleri (sergi ismini buradan alıyor) kadın ve tüketim kültürü ve reklam olgusunu gösteriyor. Sütyen ya da bikini üstü ile öne fırlayan meme kırmızı bir fonda cinsellikle obje olmak arasındaki ilişkiyi gösterirken, yine iki kadının grafik etkili renkli iç çamaşırlarıyla siyah fonda cinselliğe gönderme yapıyor. ‘Fotoğraf gibi gerçek’ dedirten resimler. Parfüm resmi ise dergi sayfasından çokça büyütülerek reklam nesnesinin sanat nesnesine dönüştürülebileceğini gösteriyor gibi. Vitrinlerden öne fırlayanlar etkisini veriyor. Bir anlamda değişen toplumsal yapının detayları gibi. Özellikle dikkatimi çeken büyük boyutlu sıradan görüntüler diye geçtiğimiz ve bir dönemlerin tabela reklam örneklerinin yer aldığı arabalı vapur, ÇBS-ÜLKER gibi reklam ile kamusal alan ilişkilerinin ‘fotoğraf’mış etkili resimler. Panoramik çekilmiş fotoğraflar üst üste bindirildikleri alanlarla parçalara ayrılmış gibi. Örneğin Ülkerli resimde insan faktörünün durağanlıkta zaman ve hareketinin detayını veriyor gibi derken yılların ağırlığının getirdiği pasların akmaların çürümelerin eskime ve yıpranmanın yaşamın bir parçası olma halleri. Aynı hisleri ÇBS serisi çalışmada da görüyoruz. Aklıma bir zamanlar (dijital öncesi zamanlarda büyük duvar resimlerinde kullanılan Marlboro, Camel, Demirdöküm gibi markaları getirdi.) Değişen zaman ve mekanda nesnelerin markaların kalıcığı olarakta okunabilir gibi. Şunu sorabiliriz; Aynı çalışma fotoğrafla  yapılamazmıydı? Elbette özellikle bu teknolojik çağda yapılabilinirdi. Peki ressam aynı fotoğraf gibi neden aylarca uğraşarak böyle çalışmalar yapar? Belki bu soruyu Nur Koçak’a sormak en doğrusu. Aynı araç gereçler kullanılarak başka sanat alanlarında bir sürü çalışmalar yapılıyor.
Görselliğin insanlarda hissettirdikleri gerçeklik algılarıyla bağlantılıdır.  Bilindiği gibi fotoğrafın gerçeklik algısı insanlarda ‘O an’ yaşananın dondurulması, akıp giden hayattan bir kare ve doğruluğa ilişkin algı yaratması söz konusu. Resimlerde ise gerçeklik ile doğruluk arasında ressamın hayal gücünün etkisi ağırlık taşıdığından inandırıcılık etkisi zayıf olur. Burada sanatta gerçekliği söylemiyorum. Fotoğrafın ve resimin insanlar üzerindeki etkisinden bahsediyorum. (Yani Fotoğraftaki gerçeklik ile Foto gerçekliği arasındaki farkı söylemek istiyorum.) ‘Fotoğraf gibi gerçek, Tıpkı fotoğraf gibi’ cümlelerle tarif edilen resimlere ‘foto gerçekçi’ resimler diyoruz.  Gerçeklik kavramı olduğu gibi anlamında. Olduğu gibi her şey ne kadar gerçek? Bence soru bu.
İlk fotoğrafçılar büyük oranda ressamlardı. Işığı, rengi, kompozisyonu bilen üstüne fotoğrafın matematiksel işlemlerini ekleyen ressamlar fotoğrafçı olmuşlardır. O yüzden fotoğrafı hızla sanat alanına sokmuşlardır. Dikkat ederseniz neredeyse bütün ressamlar fotoğraf çeker, resim yaparlar. Fotoğrafı resimlerinin ön hazırlık malzemesi olarak kullanırlar. Fotoğrafçılarda ise resim yapan yok denecek kadar azdır.  Bazı usta fotoğrafçıların ise tercihleri fotoğraf olmuştur. Örneğin H.C.Bresson gibi. O yüzden fotoğrafçılar dertlerini fotoğraf karelerini üretirken eklemeyi seçmek zorundadırlar. Teknik-İçerik ve Estetiği (Gerçekliği ve güzelliği) bir araya getirmeye çalışırlar. Ressamlar çektikleri ya da edindikleri (dergi-gazete vb) fotoğrafların üzerinde manüpülasyonlarını yaparak hayal güçlerini katarak çalışırlar. Fotoğrafçılar aynı şekilde fotoğraf yaparlarken bu manüpülasyonları gerçekleştirirler. (Belki farkındalar belki değiller) Kompozisyon, ışık renk objektif seçimi fotoğrafın oluşturulmasında birer manüpülasyon araçlarıdır. Gerçeklik kavramı işte burada kendini gösterir.
Gelelim yukarıda yarım kalan soruya; Fotoğrafla yapmak varken neden resimle (Fotoğraf üzerinden resime aktarırken hiçbir oynama yapılmadığını Fotokopi gibi kopyalama olarak düşünün) Birincisi eğer fotoğrafla yaparsanız ‘biriciklik değeri’ kalmaz. Sergiden sonra yırtıp atsanız bile aynısından tekrar bastırabilirsiniz.
İkincisi bir başka sanat dalının (resmin) teknik/zenaatsal olanaklarını el yeteneği ile birleştirerek uzun günler aylar süren artı emek sürecidir.  Dolayısı ile 2metre büyütüp bastığınız bir fotoğraf ile fotoğrafa bakarak yada projekte ederek yaptığınız resim arasında işçilik ve maharet katmanız sanat nesnesi olarak değer kazanmasına yol açar. Sonuçta bu bir seçimdir. Fotoğrafın doğasında olan demokratiklik, biriciklik değerine indirilmesini/yükseltilmesine karşıdır. (Bazı fotoğraf sanatçılarının fotoğraflarını biriciklik değerine indirdikleri de görülür. Negatiflerin yok edilmesi ya da dijital verilerin baskıdan sonra yok edilmeleri, noterden tastikletmeleri ve setifikalandırma işlemlerigibi ‘sözde’ sanat eseri yapma uğraşılarını konu dışı tutuyorum. Bu konuyu fotoğrafın sanat nesnesine dönüştürülme ve kapitalizmin sanat ve sanatçı üzerinde hakimiyetinin parçası olarak görüyorum. )
Sergiyi Beyoğlu Salt Galerisinde 29 Aralık tarihine kadar gezebilirsiniz.


Not (18 ekim 2019 tarihinde Evrensel Gazetesi Kadraj köşesinde yayınlanmıştır.)









467-Bilyeler saplandı yüreğimize, kitaplarımıza...Özcan Yaman- Evrensel-11 ekim 2019


Bilyeler saplandı yüreğimize, kitaplarımıza...
 Misket derdik, camdan gözlere benzerlerdi. Çocukların ergenlik oyuncaklarıydı. Sıraya dizer, sonra parmaklarımızın arasından fırlatırdık. Fiskeyle vurduğumuz misketleri, baş, başaltı, sondan bir gibi tanımlardık. Tarihe karıştı misketler derken, misket bombaları çıktı ortaya ve öldürdü çoluk çocuk insanları, hayvanları...
Bilyeler, misket oyunlarına karıştı önceleri, demirden, parlak boy boy. Rulmanları dağıtır bilyeleri çıkartırdık oyunlara dahil etmek için...
Sonra bombalara malzeme oldu, çivileri de eklediler yanına...
Ve kitaplar, Teksas, Tom Miks ve Zagorlar... sinema önlerinde değiş tokuş yapılırdı. Sonrası ağır kitapları okumaya yol açan. Öğretmenlerimiz hep "Kitapların hayat kurtardığından bahsederdi", hâlâ bahsediyorlar, doğrudur.
2015 yılıydı, sonbaharın güneşli ekim ayının 10’uydu. Binlerce insan umutlarını yanlarına almış ülkenin başkenti anKARA’nın merkezinde gar önünde toplanmışlardı. Kalabalık gittikçe artıyor artıyordu. Dün bugün gelecek üzerine muhabbetler ediliyordu. Arkadaşlıklar, dostluklar kavuşmalar hasretle kucaklaşmalar...
Saat 10.04'te o lanet olası patlama, ardından bir patlama daha. 103 insan hayalleri, umutları ...
Yüzlercesi fiziksel ve ruhsal yaralanmayla ...
O gün bu acıyı yaşayanlar neden yaşamak zorunda kaldıklarını çok iyi biliyorlar. Kimimiz önümüzde siper olan arkadaşlarımızın kimimiz sırt çantalarımızın içindeki kitapların siper olmaları sayesinde hayatta kaldı. Kalanların borcu var katledilenlere, bu borç namus borcu oldu boyunlarımıza. Ta ki bu ülkede barış ve demokrasi tesis edilinceye kadar sürecek bir borç. O yüzden her ayın 10’un da anmalarda gazlanmalar, coplanmalar ve engellemeler.  Unutulsun istiyorlar katliamı.
Unutmayacağız...
Onların üzerlerine örtülen bayrakları ve o bayrakları sulayan kanları unutmayacağız.
Onlar çeliğe verilen su oldular. Her gün yeni anılar ekleniyor 10 Ekim ailesinin tarihine...
İşte o yeni eklenen öykülerden birini şimdi okuyacaksınız.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Şöyle yazıyordu bilyenin takılı kalan sayfası;
“Evet!” diye itiraf etti.
Pavel, anasına doğru (BİLYE BURAYA SAPLANMIŞ) dedi. Bir çocuğu azarlıyormuş gibi sinirli sinirli:
“Hepimiz korkudan geberiyoruz zaten!” dedi. “Bizi yönetenler de bu korkudan yararlanıp  bizi daha fazla korkutuyorlar.”  (M.Gorki-Ana-sf:23 )

Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Ali Deniz Uzatmaz, Şebnem Yurtman, Elif Kanlıoğlu ve Ekinsu Cemgil/Ottaş Mersin’den gelmişlerdi. Dilan Sarıkaya, Berfin Keskin, Dilan Karakuş, Berfin Karakuş ve onlarca arkadaş buluşmuşlardı. Sırtlarında çantaları içlerinde kitapları ellerinde bayraklarıyla. Gülüyorlar, halaylar çekiyorlardı. Kortejler oluşturuluyorken o an patlayan bombadan etrafa ölüm yağdı. Önde olanlar arkadakilere siper oldu. Ali, Şebnem, Elif, Dilan ve birçok can... Ekinsu anKARA’ya birlikte gittiği yoldaşlarını bırakarak sırtında çantası ile döndü Mersin’e. Mersin kan ağlıyordu. Ekinsu, neden, diyordu neden bizleri öldürüyorlar... (O tarihte lise son sınıf öğrencisiydi.) Saçları üstü başı kan ve et parçalarıyla olan Ekinsu’nun babası Hakan çaresizliğin verdiği acıyla kızının çantasına bakmış, delikleri görünce içindekileri çıkartıyor. Çantayı delenbilyeler kitaplara saplanıp kalmışlar.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Evet kitaplar hâlâ hayat kurtarıyorlardı.
Ekinsu o gün sırtına saplanan bilyelerden, M. Gorki’nin Ana ile J. Stalin’in Anarşizm mi? Sosyalizm mi? kitapları sayesinde kurtulmuştu. Bu büyük acıya nasıl katlanılır?..
Hakan Ottaş şöyle anlatıyor:
"Şebnem Mersin’deydi, Ali Deniz ve Elif okumak için sonradan geldiler. Şebnem, Ali Deniz’i benimle tanıştırmıştı. Kızım Ekinsu, Ali ve Şebnem, ev bulamadıkları için 'Bizde kalabilirler mi baba’ demişti. Böylece bir aile olmuştuk. Ben sabah işe gidiyordum ve akşam geliyordum. Eşim İlkay dert yanıyordu. ‘Bugün yine temizlik yaptılar, cam sildiler, bulaşık yıkıyorlar... Kızıyorum ama dinlemiyorlar’ diyerek. Tam bir komün hayatı yaşıyorduk. Şimdi ne kadar birlikte yaşadığımızı hatırlamıyorum bile. Bizim çocuklarımız olmuşlardı. Eşim İlkay bazen kızıyor bana; ‘Ara şu çocukları bu saate kadar aç susuz dolaşmasınlar’... Geç gelseler merak eder arattırırdı. Ali Deniz annemize nene derdi ama nene de Deniz’i adından dolayı çok severdi."
Çocuklarımdan ayrılışım;
Tam hatırlayamıyorum. 10 Ekim'e bir veya iki gün kalmıştı sabah işe gidiyordum. Onlar da okula. Ali Deniz ‘Emekçi abim bir selfi çekilelim, kim daha çok beğeni alacak’ diye takıldı. O selfiyi çekildik. O gün okuldan sonra anKARA’ya doğru yola çıkacaklardı. Sabah erken evden çıktık, selfimizi çekildik ben işe onlar okula gittiler. Ben izin alamadığım için anKARA’ya gidemiyordum.  Ailemin parçası olan çocuklarımdan ayrılışım böyle oldu.
Acı haberi aldığımızda yıkıldık. İnanamadık, sadece Ekinsu geri gelebilmişti. Tarifi imkansız acılarla eve geldik. Bizim için artık hiçbir şey normal değildi. En çok da Ekinsu yaralıydı. Kitaplar hayatını kurtarmıştı ama belleği katliamın izlerini taşıyor. Ali Deniz, Şebnem ve o gencecik çocuklar bizleri borçlu bıraktılar barışı ve adaleti sağlama görevini bırakarak.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/ Son selfie-Hakan Ottas, Ali Deniz ve Şebnem Yurtman
Son not:
- Ekinsu vicdanlı psikologların yardımını aldı. Hayata tutunmanın yaşam mücadelesinde bilgi ve sanatla beslenmek olduğunun bilinciyle okuyor. Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı sahne sanatları bölümü modern dans 4. sınıf öğrencisi.
- Berfin Karakuş, Hatay’dan gitmişti anKARA’ya, PDR okudu ve şimdi öğretmen. Ekinsu’nun kuzeni.
- Dilan Karakuş öğrenciydi, şimdi özel bir şirkette çalışıyor. Ekinsu’nun kuzeni.
- Dilan Sarıkaya Adana’dan katılmıştı, kaybettik.
-Berfin Keskin, ayakları kırılmıştı, şimdi öğretmen.
Fotoğraf: Hakan Ottaş