Translate

Bu Blogda Ara

59-suya yazılan yazı TİYATRO-Evrensel-28 mart 2010- özcan yaman



  Suya yazılan yazı;   TİYATRO

TİYATRO’NUN YARINA KALICILIĞINI FOTOĞRAFLA SAĞLAYABİLİRİZ. 
     BU NEDENLE  SAHNE FOTOĞRAFÇLIĞI’NA HAKETTİĞİ DEĞER  VERİLMELİ.
     GEREK  TİYATRO YAPANLARIN, GEREKSE  FOTOĞRAF DÜNYASININ BU ALANDA           UZMANLAR YETİŞTİRMESİ GEREKİYOR. SAHNE FOTOĞRAFÇILIĞI KONUSUNDA           ESERLER VEREN, ALBÜMLER ÇIKARTAN, SERGİLER AÇAN
FOTOĞRAF SANATÇILARI YETİŞMELİ... “
    Tiyatro (mim-bale dahil) kollektifliği diğer sanat dallarına oranla daha çok içinde barındırır. Tekst-           Dekor-Kostüm-Makyaj-Ses-Efekt-Işık-Aksesuar- İzleyici.... ve de Fotoğraf. Sahne üstünde olanlar ,          oyuncular, Sahne Arkasında olanlar ise: Teknik ekip.
Oyunun başarısı; tüm bileşenlerin ortak başarısıdır. Hafızada kalma süresi en az olan, zamanla yarışan ve bir sonraki oyunla eskiyen bir sanat dalıdır . Bir de prodüksiyonu nedeniyle      pahalı olanı.
     Arkamıza bir bakalım. Avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışladığımız, günlerce etkisinde kaldığımız        nice oyunlar izledik... Sonra hafızamızdan yavaşça silinmeye başladılar.
      Hafızamı zorladığımda  yüzlerce oyundan anımsadığımız on beş- yirmi oyundur. Ya yüzlerini                  görünce anımsadığımız, isimlerini unuttuğumuz sanatçılar?
Ne duvarımıza asıp, ne de ses aletine (teyp-cd çalar) kaydedip istediğimiz zaman dinlediğimiz bir          sanat dalı değildir. Yukarıda sayılan bileşenleri oluştursanız beş- on yıl önceki kadroyu bir araya              getirseniz (aramızdan ayrılanların olmadığını varsayarsak) acaba o izlediğiniz oyunu bir daha                  izleyebilir misiniz? Kısaca Tiyatro yaşayan ve oynandığı andan itibaren de yok olmaya başlayan              canlı bir sanat dalıdır.
Peki bu sanat dalının kalıcılığı, sonraki kuşaklara aktarımı? İşte burada Fotograf sanatı nın yardımına ihtiyaç duyarız...
Fotoğraf, Değişmekte ve eskimekte olan zamanı durduran, dünü ve bu günü en iyi anlatan kalıcılığa sahiptir. Bu da Sahne Fotoğrafçılığı’nın gelişmesi ile mümkündür.Tiyatro sanatı, halkın eğitim ve gelişiminde oynadığı rolle önemli bir değere   sahiptir. Neo liberal politikaları             gereği alış veriş merkezlerinde birer eğlence sanatı olarak yaygınlaştırılmasının hesaplarını       yapanlar, tiyatronun içeriğini yok edemeyeceklerini, Tiyatroyu halktan kopartıp bir avuç             seçkinin eğlence aracı yapmaya çalışanlar bunu başaramayacaklar. Bu 27 mart ‘ta Dünya         Tiyatro Günü’nde “Sanatıma / Hayatıma Dokunma” çağrısıyla  başta Kültür Sanat –Sen              olmak üzere bir çok kurum ve kişi tiyatroyu savunmayı ve korumayı sürdürüyor. 27 mart            2010 Dünya Tiyatrolar Günü’nüz kutlu olsun!












58-FOTOĞRAFÇILAR ÖRGÜTLENMELİ, Çünkü…-Evrensel-21 mart 2010- Özcan Yaman



FOTOĞRAFÇILAR ÖRGÜTLENMELİ, Çünkü…

-Fotograf sanati dunyayi degistiremez ancak dunyayi gosterebilir” diyen fotoğrafın ustası Marc Riboud’u hepimiz asker süngülerine çiçek tutan kadın fotoğrafından biliriz. 1923 Lyon doğumlu Fransız fotoğrafçı kuzey vietnama giren tek fotoğrafçıdır.

I) Bir yılın ardından;
Evrensel Hayat ekinde başlayıp, Evrenel’in arka sayfasında devam ettiğim Kadraj köşesi bir yılı aştı. Kadraj köşesi ile ilgili sizlerden bir çok eleştiri ve düşünceler geldi. Zaman zaman  bunları paylaştım. Potansiyel bir okuyucu kitlesine ulaştığımı görüyorum. SağolunJ) Geçen yıl nisan ayında yayınlanan ‘Çocuklar’ isimli yazım ise Yalçın Bayer’in Hürryet’teki köşesine bile girdi. Kimi arkadaş politikaya fazla yer verdiğimi , kimi arkadaş daha sanatsal fotoğraflara yer vermemi ve sanatsal fotoğraflar üstüne yazmamı kimi arkadaş ise bu haliyle iyi ve doyurucu olduğu yönündeki düşüncelerini iletti. Dikkat edilirse fotoğraf özelinde, sanat ve hayata ilişkin bir sentez üzerinden yola çıkarak yazdığımı ve fotoğafları ona göre seçtiğim görülecektir. Köşeyi yeni izlemeye başlayanlar geçmişte yazdığım yazıları Evrensel internet sitesinden menülerden ‘Evrensel Hayat’ bölümünde bulabilirler. Ayrıca facebook ‘ta ‘Kadraj Fotoğraf’ rumuzuyla bulup notlar kısmından okuyabilirler. Bu arada Evrensel Gazetesine de bana böyle bir olanak sunduğu için teşekkürlerimi sunuyorum.




II)
Gelelim bu haftaya.

Fotoğraflar: Arap Çataroğlu

 Hergün milyonlarca fotoğraf çekiliyor vede yapılıyor. Bir sürü arkadaş o fotoğraf kursu senin bu fotoğraf kursu benim dolaşıyor. Her geçen gün fotoğrafçılara yeni fotoğrafçılar katılıyor. Peki sonra ne oluyor?
 Bir çok fotoğraf çöpe gidiyor. Kimi bilgisayarların Hard disklerinde kalıyor. Sonrasında bir çok arkadaş fotoğraf çekmekten vaz geçiyor. Çünkü değerlendirilemiyor. Fotoğraflarını değerlendiremeyen arkadaşlar da heyecanlarını yitirip bırakıyorlar. Otobüse binecek parası olmayan arkadaşların fotoğraf çekmek ve paylaşmak için bütçe ayırmaları oldukça zor. Belki her alan için geçerli olan bu durum fotoğrafta daha da fazla.
Kullanılmayan bilgi nasıl bir işe yaramazsa kullanılmayan fotoğrafta bir işe yaramaz.
Fotoğraf kurumlarının büyük çoğunluğu ticari olduğundan yada sanat (!) kurumları olduğundan fotoğrafların değerlendirilmesi açısından yaklaşmıyorlar. Emek örgütleri özelinde sendikalar, ya yeterince durumun farkında olmadıklarından yada fotoğrafa para harcamayı boşa yapılan bir harcama olarak gördüklerinden ilgisiz kalıyorlar. Diğer kurumlarda bu alanda bir varlık gösteremiyorlar. Dolayısı ile fotoğraf çeken arkadaşlar kendi olanakları içinde bu sorunlara çözüm arıyorlar. Her türlü ekonomik sorunu kendileri çözüp kurumlara destek veriyorlar. Ya da kurumlar bila bedel fotoğrafçılardan fotoğraf isteyip kullanıyorlar. Sonuç bu alanda büyük bir boşluk var. Konuyla ilgili bir çok kez yazdım. Önerilerde bulundum. Yazmaya ve ısrarlarımı sürdürmeye de devam edeceğim.  Çünkü fotoğrafın sınıf mücadelesi bakımından taşıdığı önemin  büyük ve kaçınılmaz olduğunu biliyorum. Fotoğrafların çekilmesi/yapılması kadar, kullanılması da  önemlidir.
Fotoğraf kullanılan mecraların kalitesi ve büyümesi bu konuya getirilen çözümle artar.
Ayrıca bu alanda fotoğafçıların örgütlenerek fotoğrafın gücünü ve kullanım haklarını organize etmeleri de önemlidir.


III)Belgesel fotoğraf üzerine bir deneyim olarak;

Fotoğraf Akademisi’nin yayınladığı önemli bir yazıyı tüm fotoğrafçı ve fotoğrafın bir ihtiyaç olduğunu düşünen kurumlara öneriyorum.
Bir göz atalım neymiş:



 Fotoğraf Birliği: Belgesel Fotoğraf İçin Bir Merkez”
 Fotoğraf Birliği neydi?
Fotoğraf Birliği, Film ve Fotoğraf Birliği adıyla kurulmuş olan organizasyondan film yapımcılarının iki farklı gruba bölünerek ayrılması ve küçük bir fotoğrafçı grup, bağımsız olarak üyelerin Birlik dışından işlerine de devam etmesine izin verecek şekilde profesyonel bir kooperatif içinde örgütlendiler. Sosyal dönüşüm arzusu ve fotoğrafın bir anlatım mecrası (dili) olarak sosyal problemlere ayna tutabileceği inancı ile sosyal dönüşümü teşvik etmek, Birlik’in yol gösteren prensipleri olmuştu. Beslendikleri ve savundukları fotografik tarz belgesel fotoğraftı. 1936’daki kuruluşundan 1951’deki kapanışına kadar Fotoğraf Birliği’nin organizasyon programı ve amacı bu iki tutkuya uygun bir şekilde devam etti. Fotoğraf Birliği’ne neden katılmak istenirdi? Fotoğrafı ifade aracı olarak gören ciddi fotoğrafçılar için bir araya gelebilecekleri ve öğrenebilecekleri çok az alternatif yer vardı. Şehirdeki pek çok fotoğraf kursu teknik ve ticari kariyer üzerine odaklanmıştı. Fotoğraf kulüpleri tarafından önerilen kurslar amatörler tarafından tercih edilen duygusal ve hileli görüntülere prim veriyordu. Diğer ciddi iki alternatif Berenice Abbott’ın öğretmenlik yaptığı Yeni Okul (1934-1958) ve Manhattan’ın Üst Batı Yakası’ndaki Clarence White’ın okulunun  (1914-1942) müfredatıydı. Her iki okuldaki eğitimin ücreti Birlik’in on beş haftalık kurs için on beş dolar olan ücretinin iki katından fazlaydı. Birlik’in diğer bir çekici yanı, tanınmış fotoğrafçıların sergilerinin sunulduğu kadar kendi üyelerine de çalışmalarını sergileyebilecekleri ortam sunan mütevazi sergisiydi. Orjinal fotoğraflar ve hatta iyi fotoğrafların reprodüksiyonlarını görme fırsatı New York’ta oldukça kısıtlıydı. Efsanevi fotoğrafçı ve fotoğrafın bir güzel sanat olarak destekçisi Alfred Steiglitz’in sağlık problemleri artıyordu. Birlik’in varlığı sırasında Steiglitz’in Bir Amerikan Yeri adlı galerisi sadece iki fotoğraf sergisi gösterdi: 1936’da Ansel Adams 1939’da Eliot Porter. Başka hiçbir sanat galerisi düzenli olarak fotoğraf sergisi açmıyordu. Modern Sanat Müzesindeki (MOMA) fotoğraf departmanı 1940’a kadar kurulmamıştı. Kurulduktan üç yıl sonraki açılış sergisi fotoğrafın ilk yüzyılını kutluyordu. Fotoğraf Departmanı resmileştikten sonra MOMA yılda beş veya daha fazla sergi düzenledi. 1943’te MOMA kişilerin randevu alarak koleksiyondaki çalışmaları görebilecekleri bir araştırma merkezi açtı. Bunun gibi birkaç merkezde, belgesel fotoğraf pek çok özellikli tarzın arasından biriydi. Birlik, New York’ta belgesel fotoğrafın her zaman sergilenmekte olduğu tek yerdi. Altı ayda bir Birlik’in okulundaki öğrenci çalışmalarının sergileri, üyelerin grup ve solo sergileri, birkaç temalı sergi olduğu kadar misafir sergiler de vardı. Misafir sergiler içinde, Henri Cartier Bresson, Eugene Atget, Lewis Hine, Margaret Bourke-White, Manuel Alvarez –Brava, Paul Strand, Helen Leavitt, Edward Weston’un çalışmaları ve Fransa’dan 2. Dünya Savaşı sonrası fotoğrafları sunulmuştu. Weegee’nin ilk sergisi Fotoğraf Birliği’nde açılmış ve Lisette Model’in fotoğrafları Amerika’da bu sayede ilk defa gösterilmişti. Birlik aynı zamanda John Hearthfield’ın fotomontajları sergisine de sponsor oldu. Geniş izleyici kitlesine ulaşmak için Birlik sergilerini bazen kütüphaneler, kiliseler, sivil organizasyonlar, birlikler ve sendikalara da götürmüştü. 1975’te Barney Cole “bugünkü fırsatlar o zaman sahip olduğumuzla karşılaştırıldığında çok geniş… Fotoğraflarımızı gösterebilmek için o zaman her yere giderdik. Ve onların her biri buna minnettardı… Kendimize bir izleyici 
aramak aklımızda her zaman öncelikliydi” diye hatırlıyordu. …

Fotoğraf Birliği önemliydi çünkü birçok iyi ve bazı müthiş fotoğraflar onun üyelerince ve onun himayesinde yapılmıştı. Bu Fotoğraf Birliği’nin Amerikan fotoğrafçılık tarihinde bulunduğundan daha değerli bir yeri hak ettiğine dair yeterli bir kanıttır. Birlik’in asıl değeri belki de New Yorklu genç fotoğrafçı kuşağına verdiği, sadece fotografik olmayan,eğitimden geliyordu. Fotoğraf Birliği’nin tarihinin bizi alakadar etmesi, onun hayallerinden ve
inançlarının yolundan kaynaklanmaktadır.

Anne Wilkes Tucker Gus ve Lyndall Worthan Kuratörü Güzel Sanatlar Müzesi, Houston “Fotoğraf Birliği (Photo League) Buydu” adlı kitabın ilk bölümünden Pelin Durtaş ve Bülent Başpınar tarafından çevrilmiştir.
Oldukça uzun olan bu belgesel yazıdan (Fotoğraf Birliği neydi?) yerimiz ölçüsünde yer verdim. Tamamını PDF formatında Fotoğraf Akademisi’nden temin edebilirsiniz.
Yücel Tunca Tel:0212.243 71 87 )







57-TUZLA’dan-TEKEL’e sürecin YAKASINI BIRAKMAYALIM!-Evrensel-14 mart 2010-özcan yaman


TUZLA’dan-TEKEL’e sürecin YAKASINI BIRAKMAYALIM!

Ülke gündeminin Tuzla’ya kilitlendiği günlerdi. Tarih 2008. Kampanyalar basın açıklamaları, Tv’lerde programlar vs, vs. Yıllardır Tuzla’da vahşet sürüyordu.5, 10,20,…90 derken 100’ü aşan işçi ölümleri  görülmüyor,duyulmuyordu. Kuşkusuz gören, duyanlarda vardı ve ilk ölümlerden itibaren yazıp çizip işçilerin sesini duyurmaya çalışıyordu. Evrensel Gazetesi bunlardan biriydi…

Fakat ne zaman ki Sabah manşet atıp “Esir Kampı Değil, TUZLA”  dedi Tuzla gerçeği görülür duyulur oldu.. Bakanlar işi gücü bırakıp Tuzla’ya akın etti. Soruşturmalar, vs. Hatırladınız değil mi?
Yani, büyük medya el atınca gerçekler görünür oluyor. Sabah Gazetesinin manşeti kadar Fotoğrafın etkileyiciliği ve kullanımı da önemliydi tabiî ki.. Sadık Güleç böyle bir fotoğraf çekmeseydi Tuzla gerçeği yaşanıyor ama görülmüyor olarak bir süre daha devam edecekti. ..Sonra ne oldu? O büyük medyamız önce üçüncü sayfa haberi yaptı ardından bıçak gibi kesti. Şimdi Tuzla’da her şey düzeldi mi? Yine o tarihlerde dayanışma etkinlikleri yapılıyor, sanatçılar, aydınlar mitinge destek veriyorlar, hatta yolu Tuzla’dan geçmeyen aydın ve sanatçılar Tuzlanın yolunu öğrendiler.
İşte o büyük mitingte koşturmaktan yorulmuş çay molası verdiğimiz kafede yanıbaşımda sanatçı bir arkadaş yanındaki ile konuşuyordu. “ Bu ne ya, ne biçim pankart öyle, o renkle böyle mi olur, yok estetik yokmuş, daha yaratıcı olmak gerekiyormuş, vs vs.” eleştirip duruyor, hiçbir şeyi beğenmiyordu. Dayanamadım (adı bende saklı) …”Ya sen niye geldin? Tamam geldin hep eleştiriyorsun. Bu mitingin yapılacağını biliyorsun. Bir avuç gönüllü insan bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sende hazırlayıp getirseydin.” Dedim. Kendisi isim yapmış sanatçı arkadaş durdu yüzüme bakmaya başladı. Sendikalara geldin de sanatını sundun da hayır mı dediler? Diye sordum. Hep alışmışsınız öyle yapın böyle yapın demeye siz ne yapıyorsunuz? Şartlar zorlayınca vicdan rahatlamaya geliyorsunuz onda da hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz. Lafa gelince de solcuyum,  İşçi sınıfının yanındayım dersiniz. İşte yabancılaşma böyle bir şey olmalı gibi bir araba laf ettim. O arkadaşın yanındaki video çeken bu arada beni çekmeye devam ediyordu. Bir ara durdu “Ya kusura bakma izin istemeden kaydediyorum çekebilirmiyim” dedi.. Güldüm . Neyse geçmiş zaman unutmuştum bu yazıyı yazarken bu anıları hatırladım. Belki bir gün o videoyu çeken kişi
kullanır da belki bir işe yarar. Ama o sanatçı arkadaşın –ya haklısın aslında hiç düşünmemiştim demesi benim için önemliydi.
Gelelim Tekel işçilerine; Geçen hafta başarıyla direnişin ilk bölümü tamamlandı. Bundan sonrasını zaman gösterecek. Ama gelişmeler iyi gidiyor gibi. Ankara direnişindeki ivme düşürülmeden her yer Tekel her yer eylem alanı olmalı. Aydını, sanatçısı bu dayanışmayı güçlendirmeli. Bundan sonraki aşamalarda sermaye medyası görmezden gelerek üçüncü sayfa haberi yaparak desteğini gösterecek (!) Çünkü mücadele siyasidir. Müdahalede siyasi olacaktır. Ülkenin bir çok yerinde yapılan grevler direnişler onlar açısından haber niteliği taşımaz yani gerçekler yok sayılır. O zaman gerçekleri gösterecek kendi medyamızı güçlendirmemiz önem kazanmakta. Evrensel Gazetesini okuyanlar, Hayat Tv yi izleyenler gelişmeleri görüyorlar. Çemen işçilerinin, Tariş’in sesi hangi sermaye medyasında var? 600 işçinin atıldığı Tariş gerçeği nerede? Şeker sırada Ardından 4c kapsamına alınan ve de alınacak bir çok kurum var. Devlet opera balesi gibi sanat kurumlarının da 4c.   sırasında olduğu duyumları geliyor. Yani iktidar siyasi davranıyor. Ülkeyi özelleştirmelerle sermayenin denizi haline getiriyor. Milyonlarca işçi emekçi sanatçı ve aydın geleceksizlikle karşı karşıya bırakılıyor. Dolayısı ile sürece müdahale de siyasi olmalı. Medyamızla, sanatımızla iş gücümüzle içinde olduğumuz sınıfın çıkarlarını korumak ve geliştirmekle sorumluyuz. Sınıf için mücadele eden partilerde örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.Bu haftayı Brecht’in parti biziz şiiriyle noktalayalım. Bol fotoğraflı bir  hafta  dilerken, Fotoğrafçı arkadaşlardan fotoğraf beklediğimi hatırlatmak isterim.

PARTİ BİZİZ
Nedir parti?
Bir telefon mu, arka odalarda çalan?
Kimdir parti?
Düşüncesi gizli, kararları bilinmez biri mi?
Parti biziz.
Sen, ben, hepimiz.
Parti senin içinde, kardeş,
parti kafandaki düşünce.
Sen nerde oturursan orası onun evi.
Nerde sana saldırırlarsa odur karşı koyan orda.
Odur gösteren bize gideceğimiz yolu.
İzleriz onu biz de senin gibi.
Bulamazsın doğru yolu, bizsiz yürüme.
Yolların en çıkılmazıdır bizsiz gidilen yol.
bizden kopma sakın, kardeş!
Belki biz yanılırız, belki sensin haklı.
Öyleyse kopma bizden!
Kafandan şunu çıkarma, kardeş:
Dolambaçlı yoldan daha iyidir kestirme yol.
Bilirsin eğer sen bu yolu,
bilir de göstermezsen bize,
neye yarar bilgin senin!
Bilge kişi ol,
ama yan yana ol bizimle,
paylaş bizimle bilgini!
Kopma bizden, kardeş,
bizden uzaklaşma!
BERTOLT BRECHT






56-YAŞAMDA KADINLAR-Evrensel- 7 mart2010-özcan yaman


YAŞAMDA KADINLAR

Fotoğraf: Nail Yollu      “İşçi Kadın nöbette”

Yarın Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 100.yılı. Başta Tekel işçi kadınları olmak üzere
kutlu olsun. Anamız, Kızkardeşimiz ,ablamız, eşimiz,  yaşamın diğer yarısı olan kadınlar.
Çok şeyler söylenmiştir, yazılmıştır kadınlar için. Daha da söylenecektir. Yönetilen – yöneten, ezilen – ezen, her konumda yer alan kadınlar. Konuyu açarsak sayfalar dolusu yazmak gerek. En iyisi en iyi bildiğimiz işi yapalım. Bu hafta Fotoğrafçı bir kadını Dorothea Lange’yi anlatalım. Birde ismini sıkça duyduğumuz ve eserlerini referans verdiğimiz bir kadın üstadı Susan Sontag’ı analım istedim.  

Fotoğraf tarihine geçmiş birçok kadın fotoğrafçı vardır. Bunlardan biri olan
TİNA MODOTTİ ‘yi (Fotoğraf sanatçısı, işçi, devrimci ve kadın) başlığı ile geçen yıl yazmıştım.
 Bu hafta
yaşadığı dönemi sınıfsal bir gözle sorgulayan belgesel fotoğrafçı
DOROTHEA LANGE’yi anlatmak istedim.
 26 Mayıs 1895 tarihinde Amerika New Jersey’de doğdu. 11 Ekim 1965 tarihinde, Museum of Modern Art’da büyük retrospektif sergisinin açılışından hemen önce New York'ta öldü.Biyografisini incelediğimizde, inatçı ve inançlı direngen yapısını görürüz. Onu büyük yapan da bu olsa gerek. 1929 Amerikan’ın büyük buhranından, mülteci fotoğraflarına, Göçmenlerden, işçilerden, kadın ve çocuklara kadar sosyal belgesel fotoğraf alanında söyleyeceklerini fotoğrafın diliyle söyleyen bir fotoğrafçı, bir sanatçıdır Dorothea.
 Fotoğrafları müzeler tarafından korumaya alınmış, Lokal konuları belgeleyerek toplamda bir bütün oluşturmuştur. Fotoğraf albümleri üst üste toplandığında yaşadığı dönemin sorunlarının parça-bütün ilişkisi üzerinden belgelendiği görülmektedir. Sağlam kompozisyonları ve kadrajlama ile fotoğraflarını yaptığını görmekteyiz. Dorothea fotoğrafın toplumsal işlevini çektiği binlerce kare ile ortaya koymuştur. Fotoğraflarında yalnızca sorunları değil, bu sorunları yaratan nedenleri ve bu nedenleri ortadan kaldıracak ışığı bize göstermektedir. Fotoğrafın bir çok alanında aynı başarıyı göstermiştir. Portre den, manzaraya-Enstantene’den, basın fotoğrafçılığına bu başarıyı göstermiştir.
Fotoğrafla özdeşleşmiş bir yaşamla mücadelesini kalıcılaştırmış bir sanatçı-fotoğrafçı olan Dorothea Lange’yi 8 mart’ın 100. yılında sevgi ile anıyorum. Meraklıları daha geniş bilgiyi internet ortamından edinebilir ve fotoğraflarını izleyebilir…


 


















 Hayat ve sanatın içinden bir kadın, bir akademisyen
SUSAN SONTAG
Susan Sontag ismini duymayan kalmamıştır herhalde. “Başkalarının acısına bakmak,” ve “Fotoğraf üzerine” isimli kitaplarıyla başta fotoğrafçılar olmak üzere bir çok kişi tarafından referans verilen bir kadın akademisyen  olarak hayata bakışın felsefesini sunmuştur. Susan Sontag, 1933 yılında New York'da doğdu. Tucson (Arizona) ve Los Angeles'da (Kaliforniya) büyüdü, henüz on beş yaşındayken Berkeley Üniversitesi'ne kabul edildi. Bir yıl sonra Chicago Üniversitesi'ne geçen Sontag, 1951 yılında mezun olduktan sonra, eğitimini Harvard'da doktora yaparak sürdürdü.
Daha sonra çeşitli Amerikan üniversitelerinde okutmanlık yaptı. 1960'lı yıllarda, New York Review of Books, Atlantic Monthly, Nations ve Harper's gibi dergilere yazılar yazdı. Roman yazmaya da gene 60'lı yıllarda başladı; ilk romanı The benefactor'dur. Sontag'ın ikinci romanı Death Kit, yaşam, ölüm ve bu ikisinin ilişkisi üzerine kabusu andıran bir çalışmadır. Sontag'ın kısa öyküleri Ben Vesaire adıyla 1977 yılında yayınlandı. Yazarın 1992 yılında yayınladığı üçüncü romanı Yanardağ Sevgilim, uzun süre en çok okunan kitaplar listesinde kaldı. Öykü 18. yüzyılda geçer. İki ayrı olaydan, elli altı yaşındaki Büyükelçi Sir Willian Hamilton ile yirmi yaşındaki karısı Lady Emma Hamilton'un yaşadıkları dramdan ve o dönemin bir savaş kahramanı olan Lord Nelson'un Napolyon karşısında zafer kazanmasına rağmen bir kadın karşısında yenilgiye uğramasından esinlenilerek yazılmıştır. Eser aynı zamanda devrimi, o dönemde yaşayan kadınların durumunu ve 18. yüzyıl sonlarında yaşayan İngilizlerin içinde bulundukları koşulları anlatır.
Yazarın son romanı In America gerçek bir yaşamöyküsünün üzerine kurulmuştur; bir kadının değişimin öyküsünü anlatır. Baş kahraman Maryna Zalewska bir oyuncudur. 1876 yılında ailesi ve bir grup Polonyalıyla birlikte "ütopik" bir toplum bulmak amacıyla Kaliforniya'ya gelir. Bu hayalleri yıkılınca başarıyla sahnelerdeki yerini alır.
Susan Sontag, romanlarının dışında, kamp yaşamı, pornografik edebiyat, faşist estetik, fotoğrafçılık, AIDS, devrim gibi birbirinden son derece farklı konular üzerine yazdığı ilginç denemelerle de tanınır.
Son yıllarda ağırlığını fotoğrafçılığa, senaristliğe ve film yönetmenliğine vermiştir. 28 Aralık 2004 tarihinde Newyork'da öldü.

Aşağıda Susan Sontag’ın Borges Defterinde yayınlanmış, bu gün aydın ve sanatçı sorumluluğunun ne anlam ifade ettiğini anlatan değerli yazısını birlikte okuyalım.

AYDIN VE SANATÇI OLMAK !
Kuşkusuz, çoğunluğa kıyasla daha çok aydınlardan adaletsizliğe karşı koyma, kurbanları savunma, egemen otoriter düzene meydan okuma beklentisinden söz edilir her yerde. Aydınların çoğu konformisttir—o kadar ki adaletsiz savaşların sürdürülmesini savunurlar—ama onlar, ancak okumuş kesimin büyük bir bölüğü kadar konformisttir. Aydınları iyi bir isimle – örneğin "ortalık karıştırıcı" ya da "vicdanın sesleri"-- anan insanların sayısı her vakit çok az olmuştur.
Sorumluluk içinde taraf tutan, ve kendilerini inandıkları çizgiye adayan ( bu dilekçe yazmaya benzemez) aydınların sayısı, kamusal alanda görev alarak bilinçsizlik veya utanmaz bir cehalet içinde olan aydınlara göre çok daha azdır: Her André Gide veya George Orwell veya Norberto Bobbio veya Andrei Shakhalov veya Adam Michnik'karşı, on tane Romaine Roland veya Ilya Ehrengburg veya Jean Baudrillard veya Peter Handeke vs ve vs mevcut.Ama bu başka türlü de olabilir miydi?
Aydınlar, milliyetçilik ve dincilik dahil her yöne doğru eğilim gösterebilirler, gene de ben itiraf edeyim, bu türün sekülar, kozmopoliten, aşiret-karşıtı bölüğüne ait biriyim. "Radikal Aydın" bana örnek bir düstur gibi geliyor. Aydın derken ben "serbest" aydını kastediyorum: İş, teknik, ya da sanatsal uzmanlığının ötesinde düşünce alanında çalışmaya, denemeye girişen (ve böylece bu alanı zımnen savunan) bir kişi.Bir uzman da aydın olabilir. Ama bir aydın hiç bir zaman sadece bir uzman değildir. Bir kişi, söyleminde belli ölçülerde taşıdığı (veya taşıması gerektiği) dürüstlük ve sorumluluğu için aydındır. Aydınların vazgeçilmez özelliklerinden biridir bu: Araçsal ve konformist olmayan bir söylem nosyonu.
Entelektüel iradenin ahlakî görevi her zaman karmaşıktır, çünkü birden çok "en yüce" değer bulunmaktadır, ve içinde, koşulsuz iyi olan şeylerin hakkı tümüyle teslim edilemeyen somut durumlar vardır—Bu durumda, doğrusu, bu değerlerin ikisi biribirine ters düşebilir. Örneğin, hakikati anlamak, adalet uğruna mücadele vermeyi kolaylaştırmaz. Ve kimi zaman adaleti gerçekleştirmek için hakikati örtbas etmek gerekebilir. İkisi arasında seçim yapmak zorunda kalmamayı umabiliriz.
Ama hakikat ve adalet arasında seçim yapmak gerekiyorsa –ki, ne yazık, bazan öyledir— bana öyle geliyor ki bir aydın hakikatten yana seçimini kullanmalıdır.
Bunu, aydınların çoğunun, en iyi niyetlilerinin bile, yaptığı söylenemez. İstisnasız, aydınlar amaçlarını sıralamaya koyulduklarında, bütün karmaşıklığıyla, üzerinden en çabuk geçiştirdikleri şey hakikat olur.
Uğruna yürüyüş yapmadan veya birşeyi imzalamadan önce uyulması gereken kural: Dayanışma gücünüz ne olursa olsun, orada bulunup birinci elden deneyimlemediğiniz, ve hakkında konuşmakta olduğunuz ülke, savaş, adaletsizlik ve diğer koşulların zemininde belli bir zaman harcamadığınız taktirde, her hangi bir kamu oyuna karşı bir hakkınız yok.
Aydınların küstahlığı konusu üzerine
—Bu safdillikten de kötü birşey— Kamusal mevkide bulunan ve hakkında somut birşey bilmedikleri ülkelere ilişkin kolektif eylemleri uygun bulan çoğu aydının küstahlığı hakkında XX.yüzyılın en çok kabul gören aydınların biri olan Bertolt Brecht kadar kimse daha iyisini dile getirmemiştir (O, kuşkusuz, nereden konuştuğunu çok iyi biliyordu): Yürüyüş zamanı gelince çoğu kişi bilmez Düşmanlarının, kafalarında yürüyüş yaptığını. Onlara emir veren ses Düşmanın sesidir, ve Düşmandan söz eden kişi Düşmanın tâ kendisidir.

(Defter arşivi//{çeviren: Hamid Farazande}