Translate

Bu Blogda Ara

Eylül- 2013 - SERMAYENİN KÜLTÜR VE SANAT’A ETTİKLERİ... İFSAK DERGİ-

İfsak dergi
Sayı:150
Eylül- 2013
özcan yaman

SERMAYENİN KÜLTÜR VE SANAT’A ETTİKLERİ...

“1930'lardaAlman burjuvazisi kendine bir führer buldu ve Hitler faşizmi adım adım öncekendi ülkesini ve halkını esir aldı, sonra tüm dünyayı ikinci dünya savaşı felaketinesürükledi. Sonrası malum. Ya bugün? Bugün ABD'nin neocon führerlerinin badem bıyığı yok. Üstelik kendiülkelerinde tam bir Hitler rejimi uygulamıyorlar, henüz. Ama dünyada uygulamayabaşladılar bile. Ve başlayan savaş felaketinin sonrası hiç de malum değil.Öyleyse, bugünü de görmek üzere bakalım geçmişe…”
(Yılmaz Onay’ın 8 Mayıs 2005 tarihinde “Faşizminyenilgisinin 60. yılı” için düzenlenen gece de gösterilen “Savaş El Kitabı”filmine yazdığı önsözden.)

Büyük sermaye gruplarının ticaretten sanata kadar ne kadar hayırsever, sosyal sorumluluk projelerine düşkün olduklarını sorgulayacağız. 
Biliyoruz ki sanat, burjuvazinin omuzları üstünde yükselir ve oradan da aslında alçalır. Mesele sanat kavramına verdiğimiz anlamlandırmadadır. Daha doğrusu hangi literatüre göre sanat kavramına bakıyoruz? Sanatı içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklerine göre değerlendirdiğimizde, işbölümüyle yani sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile birlikte aristokratların ve sonrasında burjuvazinin himayelerinde geliştiğini ve bu günlere geldiğini görürüz. Bu durum, sanatı para-meta ilişkisinde değerlendirmemizi zorunlu kılar. Bu sorunu üretim ilişkilerinden bağımsız değerlendirmemiz de mümkün değildir. Yoksa eksik ve yanlış olur. Kapitalist üretim biçimi beraberinde kullanım ve tüketimciliği sorgulamak zorundayız. Biliyoruz ki sermaye, ranta çevirebildiği her şeyikullanır. Çevre-Doğa-İnsan-Sağlık-Elma-Armut-Su-Ev-Bark-Üniversite-Hapishane-Toplama kampı-Uzay-Ay-darbeler-Sanat-Bilim... Boşlukları aklınıza gelen kelimelerle doldurun. Bunların hepsisizden önce sermayenin aklına gelmiş ve tüketim alanları içine çoktan girmiştir bile...
İktidar kim ya da kimlerdir? Sermaye mi? Asker mi? Yoksa demokrasi(!) ile gelen hükümetler mi? Veya onların yönettiği devlet erki mi? Demokrasi ise nasıl bir demokrasi?
Aslında bu soruların yanıtları yüzlerce kez verilmiştir. Bu durum, dünyada yapılan askeri darbeler incelendiğinde daha bir netlik kazanır. Hitler’in iktidara gelmesinden Şili’deki, Arjantin’deki ve Türkiye’deki darbelere kadar sermaye şirketlerinin o muazzam güçleri ortaya çıkar. Bizlere ise demokrasi ile bir deli adamın (Hitler) ortaya çıkarak nasıl iktidar olduğu masalı anlatılır. 1980 darbesini ise başta Kenan Evren olmak üzere 5 generalin ‘kardeş kavgasını ortadan kaldırmak için’ kolları sıvadıkları anlatılır. Aynı masallar diğer darbe/darbeler geçiren ülkeler için de anlatılır. Costa Gavras’ın “Sıkıyönetim” ve “Ölümsüz Z” belgesel filmleri bu durumları görselliğe dökmüş; Eduardo Galeano’nun “Aynalar” kitabıyla (Sel Yayınları), Türkiye gerçeğini de İktisatçı Mustafa Sönmez “Türkiye’deHoldingler ve Kırk Haremiler” adlı çalışmasıyla kalıcılaştırmışlardır.
Hepimizin bildiği, içtiği, giydiği ve kullandığı büyük markalar ne kadar masumdurlar? 
Hitler ve Nazi gençleri tarafından çok beğenilen ünlü giyim markası “Hugo Boss” yıllarca SS subaylarını giydirdi. Özellikle Nazi subayları için üretilen kahverengi mont ve gömlekler unutulmazlar arasındadır.  “Coca Cola” Naziler için portakal aromalı bir içecek tasarladı. 1936 ve 1939 dünya olimpiyatlarının sponsoru oldu. Gamalı haçlı açacakları ile bol görsel malzemeleri antika olarak dolaşımda bulunuyor. 1941 yılında “Fanta”adı ile Alman pazarına giriş yaptı. 
Daha detaylı fotoğraflarla görmek isterseniz:
(http://www.dodokolik.com/yazi/ilginc/314/naziler-icin-calisan-dunya-devleri/) internet sitesini ziyaret edebilirsiniz. Hepsi bu mu? Tabii ki değil, “Krupps” markası (evlerimizin en sevilen ufak mutfak aletleri üreticisi) Hoover,Siemens,   gibi liste artarak devam ediyor. Mahkûmlar ayrıca, Thhssen, Varta, Bosch, Daimler Benzwolkswagen gibi Nazi çılgınlıklarının ekonomik temelini teşkil eden başka şirketler için de çalışıyorlardı. İsviçre bankaları mahkûmların altınlarını (mücevherlerini ve dişlerini)Hitler’den satın alarak dünyanın parasını kazandılar. Altınlar, sınırın kanlıcanlı kaçaklara karşı sıkı sıkıya kapalı olduğu İsviçre’ye şaşılacak kadar kolay giriyordu. Unilever, Westinghouseve General Electricfirmaları da Almanya’daki yatırımlarını ve kazançlarını katladılar. Savaş bitince ITT firması, müttefiklerin bombardımanının Almanya’daki fabrikalarına verdiği zararı gerekçe gösterip milyonluk bir tazminat kazandı. ITT, tazminatı kazandı da çok mu masum kaldı? Nerdeee… 
O da hemen yeni tezgahlanan darbelere para akıttı. ABD uzmanlarının yönlendirmesiyle geliştirilen bu operasyonlar Arjantin, Şili, Bolivya, Paraguay, Uruguay,Brezilya, Yunanistan ve Türkiyegibi ülkelerde darbelerde rol alıyorlardı...

“Kapitalizm, Gölgesini satamayacağı ağacı keser.” Karl Marx

Pek spor işlerinden anlamam ama koskoca Coca Cola olimpiyatların ana sponsoru olunca ona da merak saldım. Açık gazeteden Faruk Eskioğlu’nun olimpiyatlar yazısından alıntı yaparak devam edelim:
- Adidas (Spor ayakkabı markası): 65 ülkede toplam 1200 fabrikası var ve bu fabrikalarda toplan 775 bin işçi çalışıyor. Bengladeş'te çoğu kadın işçilerin çalıştığı atölyelerde saat ücreti 9 pence'den (27 kuruş) üretim yaptırıyor. İşçileri 60 saat calışmaya zorluyor...
- ATOS (Fransız IT şirketi,İngiltere'de engelli derecelendirmesi yapıyor): Engellilerve hastalar; ATOSB'in kendilerine uyguladığı testlerle çalışmaya zorlandıklarını öne sürüp “bütçe tasarrufu sağlamak” amacıyla şirketi taraflı çalışmakla suçluyor...
- BP (Petrol devi): Afrika ve Arap ülkelerindeki diktatörlerin destekçisi. Küresel ısınmadan sorumlu. Amerika'daki petrol sızıntısı büyük çevre felaketine yol açmıştı.
- BT (İngiliz telekom şirketi): İsrail'in işgal altındaki yasa dışı bölgelere telekom kurulmasında destek verdi. İnsan hakları savunucularının eleştirilerine kulak tıkadı.
- Dow (Karpit şirketi): Hindistan'da 27 ton öldürücü gaz sızıntısından 25 bin insanın ölümü ve 150 bininin sakatkalmasından sorumlu tutuluyor...
- G4S (Dünyanın en büyük güvenlik şirketi): İngiliz paramiteri şirketi. Armor Group ile de kardeş şirket sayılıyor. İngiltere'deki gözetim evi ve hapishanelerin özel güvenliğini sağlıyor. Afganistan'da da iş yapıyor. İnsan hakları savunucularının ağır eleştirilerde bulunduğu bir şirket. Son olarak Angola'lı mülteci Jimmy Mubenga'nın gözaltında ölümünden sorumlu tutulmuştu.
- Rio Tinto (Madalya üretici şirket): ABD'de metal üretiminden dolayı hava kirliliğinin yüzde30'un dan sorumlu tutuluyor. Özellikle erken doğuma ve bebek ölümlerine neden olmakla suçlanıyor.
Coca Cola (Kolalı içecek markası): Sağlıklı yaşam uzmanlarının eleştirdiği bir şirket.Kolombiya'daki yatırımı ve uygulamaları insan hakları savunucularının hedefi oldu... 
Başta olimpiyatlar olmak üzere spor endüstrileşmiş, reklam ve para ile ölçülüp biçilen bir hal almıştır. Aynı tablo sanat dünyasında yaşanıyor. Sanat da endüstrileşmeden payını almıştır. Koskoca sanat fuarları bu kapsamda. Bienaller de artık birer reklam ve para kazanma alanlarıdır. Peki, sorun yalnızca ekonomi ilişkisi mi? Tabii ki değil. Diğer bir amaç kültürel erozyon ve yozlaşma sağlanarak toplumun hizaya çekilmesini gerçekleştirmek. Kapitalizmin gerçek yüzü her daim sırıtıyor. Spor,sanat, ticaret... Kısaca Marx’ın söylediği gibi; “Gölgesini satamayacakları ağacı keserler”.  Yıllardır GDO’lu ürünler yedirerek verdikleri zararlar ortaya çıkınca da organik ürünlere yöneldiler; çünkü şimdi daha çok para getiriyor...
Peki, hiç mi güzel şeyler olmuyor?Olmaz mı?
... ve gerçek her yerde.
1968 yılında Mexico City’de düzenlenen olimpiyatta 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış. Tommie Smith’in ve John Carlos’un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde fotoğrafları isyan ve başkaldırının onurlu belgeleri olarak hafızalarımızdaki yerini hâlâ koruyor. Demem o ki hangi alanda olursa olsun mücadele edenler tükenmez.
Peki, bu büyük sermaye şirketleri yabancı; yani emperyalist ülkelerin firmaları; tu kakalar… Ya yerli/milli sermaye… Onun hiç mi katkısı yok? Bizzat 12 Eylül darbesinin ertesinde Vehbi Koç, Kenan Evren’e yazdığı mektupla bunu açıkca söylemiyor mu? (Merak edenler Mustafa Sönmez’in yukarıda bahsettiğim kitabına bakabilirler) Ya da Halit Narin ve diğerleri? Türkiye’de 12 Eylül darbesine finans ve destek sağladıkları ortaya çıkan bu şirketleri 12 Eylül yargılamalarında nereye koyuyorlar? 12 Eylüllü darbeli yıllarda işçileri köle gibi çalıştırdıkları dönemin tazmin edilmeleri ve cezalandırılmaları gerekmez mi? O yılların çalışma bakanı Sadık Şide’nin günahları ne olacak?  Neyse biz sanat kültür konularına dönelim ve sermayenin neden “sosyal sorumluluk” projelerinin, İstanbul Bienalinin ana sponsorluğunu üstlendiğini; insan hakları, hak-hukuk-demokrasi dersleri verip galeriler, sergiler, müzeler, vakıflar, dernekler, yarışmalar açarak solculuksa solculuk, milliyetçilikse milliyetçilik yaptıklarını inceleyelim.  Onların işi para ile para kazanmakken niçin kültüre ve sanata (sözde zarar ediyorlar-mış) bunca yatırım yapıyorlar? İşleri para ile para kazanmak olan bankaların, savaş nesneleri üreten şirketlerin, hayatımızı kolaylaştırdıkları söylenen bulaşık makineleri,buzdolapları, cep telefonları vs. üreten şirketlerin sanatı bu kadar sevmeleri nedendir?
“...Sanatın devlet ve şirket tarafından kullanılmasının daha büyük gerilim yarattığı alanlar da var. Devlet,şirketlerin faaliyetlerinin yol açtığı dizginsiz tüketimciliğin demokrasiyi boşaltmasını ve toplumsallığı geriletmesini engellemeye çalışır. Şirketlerin başlıca hedefi (propaganda işlevinin yanı sıra), giderek daha klinik olan ve klasik pazarlama yöntemlerine kuşkuyla bakan halka mal satmaktır. Devlet politikası ise, sanatın toplumu kucaklamasına ve izleyici  yönelmiştir. Sanatın dışa kapalı, korunaklı bir dünya olması,elitlerle ve ünlülerle özdeşleştirilmesi şirketlerin çıkarınadır; bu,şirketlere yüksek kültürün onayını kazandıran, sürekli medyada yer alma ve karlarını arttırma imkanı sağlayan ayrıcalıklı bir dünyadır. Aradaki ilişki şeffaflaştıkça, sanatta o ölçüde lekelenir ve usanç verici tanıtım ve şöhret makinesiyle kitle kültürünün genel işleyişinin alelade bir parçası olup çıkar.Kuşkusuz 2001 Tate Turner Ödülü'nün sunuculuğunun Madonna'ya yaptırılmasının amacı bu etkinliğin medya görünürlüğünü daha da artırmaktı; yüksek kültürle ilişkilendirilen pop yıldızının da prestiji yükseltildi. Ama sonuçta törene katılan her izleyici, nerede olduğunu gayet iyi biliyordu: Kitle kültürünün son derece tanıdık dünyasındaydı ve teşhir edilen sanat, reklama doymayan pop yıldızının yakışıksız davranışlarını sergilediği ana gösterisinin az çok ilgi çeken bir yan unsuruydu. (s.132)”

STALLABRASS,Julian, "Sanat A.Ş. Çağdaş Sanat ve Bienaller", İletişim Yayıncılık,1. Basım, İstanbul 2009.

Koç Holding, “İstanbul Bienalini düzenleyen İKSV”’nin; Akbank, “İstanbul Contamprary’ nin; Ülker Grubu, “ArtBeat’in ve Art İstanbul’un “ana sponsor”u… Bu liste böyle uzar gider. Aynı, bir malın marka değerine kavuşturulması gibi. Sponsor oldukları bu sanatfestivalleri/bayramları (adına ne denirse densin) marka değerine ulaşınca gelsin müşteriler. İleride  İstanbul Contamprary’i Dubaii’li bir şeyh şirketinin, Art Beat’i Abu Dabii’li bir holding’in aldığını duyarsanız şaşırmayın derim. Sonuçta; “Sanat-Para-Sanat / Meta -Para-Meta” ilişkisi geçerlidir. Bu bağlamda da “sanatçı” piyasa için mal üreten işçi oluyor.  
Meseleyi bir de şu açıdan okumak gerekiyor. İdeoloji ve felsefe; iktisat-siyaset / tarih-toplum kavramlarını açıklamaya yarar. Sanat da bu ilişkilerin dışında kalamaz. Dolayısıyla ideolojiktir. Toplumsal yaşamın düzenlenmesinde önemli bir işleve sahiptir. Bu açılardan baktığımızda da yukarıda sorduğumuz sorunun karşılığı ortaya çıkar. Sanatın ideolojik işlevi,yalnızca, sınıflı toplumun egemen gücü olan burjuvaziyi, dolayısı ile sermaye şirketlerini mi ilgilendirir? Ya karşı sınıf olan proleterya yı, onun sınıf temsilcilerini ilgilendirmiyor mu? (Yardımlaşma ve dayanışma anlamında yapılanlar hariç) Peki,sermaye şirketlerinin yaptıkları sanat faaliyetlerini ideolojik olarak eleştiren, protesto eden, karşı sanat anlayışını ortaya koyan sınıfsal bir güç var mı? Bu bilinçle hareket eden “muhalif sanat kolektifleri, dergiler durumu kurtarıyor” demenin de fazlaca bir abartı olmadığını düşünüyorum.
Aşağıda okuyacağınız metin İKSV’nin Bienal sayfasından alınmıştır. Sen (Koç holding) hem savaş sanayi kurarak savaşnesneleri üret, hem de sanat ve kamusallıktan bahset. (Burada ‘spor’a yaptıkları yatırımı(!) saymıyorum. Yani bunun daha lo losu var!)

 

Kamusal *Simya,İstanbul’da kamusallığı yeniden düşünmek

“13. İstanbul Bienali’nin kamusal programı kamusallığın sanatsal ve siyasi bir araç olarak küreselfinansal emperyalizm ve yerel toplumsal kırılma bağlamında nasıl tekrar kullanıma sokulabileceğini inceliyor. Şubat-Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenecek bir dizi konuşma, atölye, seminer, performans ve şiir okumaları,hem Türkiye’de hem de dünyanın dört bir yanında basmakalıp ‘kamu’ kavramını dönüştüren siyasi ve şiirsel simyanın nasıl işlediğini araştıracak.(!)....
–bir davayı ya da hakkı desteklemeyi veya bunlara karşı çıkmayı seçen vatandaşların-, -kaderleri çoğunlukla ya sistemin parçası haline gelmek (uygarlık) veya  şiddetle bastırılmak (barbarlık) olan coşkulu, korku dolu, kahraman ve siyasi öznelerin imgesi . Kamuyu, kamuları düşünme ve yaratmanın alternatif yöntemleri nelerdir?Bu sorular İstanbul bağlamında ne gibi özellikler kazanmaktadır? (!)
 (...)Sermayenin büyücülüğü üzerine yazan Isabelle Stengers ve PhilippePagnarre, maddelerin en maddesizinin, kârın korkutucu derecede incelikli,yaratıcı ve özgün biçimlerde cisimleştiği finanslaşmanın sihirli gücündenbahsediyorlar [Philippe Pagnarre ve Isabelle Stengers, Capitalist Sorcery[Kapitalist Büyücülük] (New York: Palgrave Macmillan, 2011)].  Bu sürecinişleyişine caddelerin aniden dönüştüğü, burada yeni bir köprünün şurada yeni bir alışveriş merkezinin mucizevi bir şekilde belirdiği İstanbul’da tanık oluyoruz. Öte yandan, Stengers ve Pagnarre bu finansal simyayı baş aşağı çevirerek büyücülüğü kolektif, toplumsal cinsiyete dair, sürgün edilmiş ve çoğunlukla anonimleşmiş tarihsellikleriyle birlikte bir antikapitalizm biçimi olarak yeniden sahipleniyorlar.
(...)Bu kamusallığı bize belli davranış biçimlerini dayatan bir simya olarak değil, kamusallığa dair bize özgü algımızı yeniden edinmemizi, şehirde ödün vermeden ve rahatsızlık hissetmeden yaşamamızı ve kendi değerlerimizi kınanmadan ortaya koymamızı sağlayacak bir simya olarak hayal edebilir miyiz?”(http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/628)
 Yanıt verelim: Hayır edemeyiz. Sermayenin işe el attığı yerde kamunun değil şirketlerin çıkarı korunur...


 (*Simya nedir? Simyacı nedir?

Günümüzdeki modern kimya biliminin temelleri atılmadan binlerce yıl önceden başlayıp 17. yüzyılakadar etkileri devam eden, maddeleri birbirine karıştırıp değiştirmeye çalışan insanlara simyacı; bu çalışmalara verilmiş olan genel ada da  simya denir.
Değersiz maddeleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksiri bulma uğraşlarına Simya, bu işle uğraşanlara Simyacı denir.)

(Not: 1-Bu metnin çoğu bölümleriEvrensel gazetesinin Kadraj köşesinde 2012-2013 yıllarında yayınlanmıştır.Yazıda yer alan marka, şirket isimleri konunun içeriği itibariyle zorunlu olarak kullanılmıştır. Reklam amaçlı değildir)

2- Bu yazı yazıldığında GEZİ DİRENİŞLERİ OLMAMIŞTI.







1936 DÜNYA OLİMPİYATLARI SPONSORU1936 DÜNYA OLİMPİYATLARI SPONSORUİSTANBUL BİENALİ 2013 ELEŞTİRİSİİSTANBUL BİENALİ 2013 ELEŞTİRİSİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı yazarsanız yardımcı olursunuz...