Translate

Bu Blogda Ara

476-Okullu fotoğrafçı -2- Evrensel 31 Ocak 2020-özcan yaman

Okullu fotoğrafçı -2

1984-85 yıllarında fotoğraf dersleri ağırlık kazanmaya başlamıştı. Haftanın birçok gününü, Salı Pazarı’nda ‘Geleneksel Türk El Sanatları’ bölümüyle ortak kullanılan bir binada geçirmeye başlamıştık. Aklıma gelen dersler ve hocalarımız şöyleydi: Belgesel fotoğraf ve siyah beyaz karanlık oda dersleri Sabit Kalfagil, çekim teknikleri ve ileri fotoğraf teknolojileri teorisi dersleri Yılmaz Kaini, portre-stüdyo Cafer Türkmen, fotoğraf fiziği ve mekanik Ercüment Tarcan, mimari fotoğraf Reha Günay, deneysel fotoğraf Ahmet Öner Gezgin, renkli karanlık oda dersi Tunç Tüfekçi, endüstriyel fotoğraf Yaşar Atankazanır, fotoğraf kimyası Sema Hanım, fotoğrafta estetik ve kompozisyon dersi İsmail Faruk Erendağ, görsel iletişim Gülnur Sözmen. İlk anda aklıma gelenler ve hatırlayamadıklarımdan özür.

USTA ÇIRAK İLİŞKİLİ EĞİTİM

Bugünkü eğitim sistemiyle kıyasladığımda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Hem de 12 eylül sonrası koşulların zorluğunda. Yeni açılmış bir fotoğraf bölümünün ders ve hoca kadrosuna bakar mısınız? Hoca öğrenci ilişkisi yer yer usta çırak ilişkisiydi. O derslerden geçen birçok öğrenci bugün fotoğraf dünyasının önemli temsilcileri. Örneğin, Melih Akoğul, Kamil Fırat, Yaşar Saraçoğlu, Yalçın Çakır (Namıdiğer Yalçın Abi), Sinan Koçaslan, Yaşar Saraçoğlu. Zaman zaman birçok fotoğrafçı da ya Mimar Sinan Üniversitesi (MSÜ) ya da Marmara Üniversitesi mezunu olarak karşıma çıkıyor. Basında, reklam fotoğrafçılığında, akademik çalışmalarda ve öğretim görevlisi olarak bu okullu fotoğrafçılarla karşılaşıyorum.

özcan yaman sabit kalfagil. özcan yaman arşivinden.

Benim dönemimde hoca öğrenci ilişkileri usta çırak ilişkisi gibiydi. Hocalar arasında Yılmaz Kaini ve Sabit Kalfagil ve Gülnur Sözmen’le olan yıllar unutamadığım zamanlardır. Yılmaz hocanın etrafında 4-5 arkadaş ağır ağır Kazancı Yokuşu’ndan çıkar, yolda fırından taze çörekler alırdık. Tepebaşında Haliç manzaralı ev-atölyesine gider Ansel Adams’ın zone sisteminden karanlık odada örnekler üzerine konuşurduk. Şaraplarımızı Haliç manzarasına karşı içerken gittiğimiz fotoğraf sergilerinin tartışmasını sürdürürdük. Tatil programlarımızı yapar İstanbul içi, dışı fotoğraf gezileri düzenlerdik. Yılmaz Hoca ve Sabit Hoca’yla birlikte de çokça gezilerimiz oldu. Minibüs kiralayıp Molova Kemerlerine gitmiştik. Merih Akoğul, Yaşar Saraçoğlu ve bizim sınıftan birçok arkadaşla hem turisttik hem de fotoğraf çekimi yapmıştık. Fethiye Dalyan Kral Mezarlarına gitmiştik yine hocalarla birlikte. Sabit Hoca’yla Yavuz Sultan Camii’ne gitmiştik.  Minarede, bize etrafı geniş çekin diyordu. Hocam objektifimiz yok deyince koca çantasını açıp ‘Al bunu kullan’ diyerek geniş açı objektifini vermişti. Arkadaş gibi yiyor, içiyor, eğleniyor ve pratikte öğreniyorduk. Eğitimlerimiz programla sınırlı değildi. Düşünün böyle bir ilişki içinde dersten de kalıyorduk. Hiç unutmam, son sınıf proje ödevinden kalmıştım. Belgesel, çekim teknikleri ve karanlık oda derslerinin birleşimiyle yarım dönem bir konu çalışıyoruz. Benim konum Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii. Sabit Hoca’yla her hafta 18x24 kağıda filmleri koyup kontak baskı yapıyorduk. Hoca şöyle bir bakıyor ‘olmamış olmamış, Yaman’ diyor beğenmediği zaman haftaya yeniden getirmemizi istiyordu. Her seferinde bir iki kare seçer ve kadrajlardı. Sabit Hoca’nın bilmediği tarihi mekan, yapı yok. Bazen tiyo verirdi. Öğleden önce şuradaki binanın filanca katından bilmem ne atölyesinin penceresinden çek. Yarım dönem de Beyoğlu’nun fotoğraflarını çekmiştim. Yine noktasal yerler söylerdi. Sonra baskıları yapar sınıfa asardık. Sabit Hoca, Yılmaz Hoca ve Kıdemli Asistan Pelin dolaşıp, notlar verirlerdi. Hocalarla o kadar kankayız. Kötü baskı veya kadrajla geçebilir miyiz? Mümkün değil. Yılmaz Hoca fotoğraflara bakıp ‘Bu ne ya hepsi gri, siyahlar nerde’ diye bağırdı. Ben tüm şirinliğimle, hocam biliyorsunuz yeni evlendim, bir de çocuğum var evde karanlık odayı doğru düzgün kullanamadım, falan diye gerekçeler uyduruyor, biraz da kendime acındırıyorum. “Beni ilgilendirmez kaldın” diyerek bırakmıştı. Ama bir saat sonra sanki bırakmamış gibi koluma girerek atölyesine gitmiştik. Bizim hocalarla ilişkimiz böyleydi. Onlardan aldığımız birikimle bizler de eğitimciliğimizi yaptık, yapıyoruz. İyi ki ülkenin bu değerli hocalarını tanıdım. Benim sevgili büyük arkadaşlarım ve ustalarım oldular, ne mutlu bana.
...
1988’de MSÜ’yü bitirdim. Askerlik, iş hayatı derken arada bir görüşür olduk, sonrasında koptuk gittik. Hayat akmaya devam ediyor ve anılarım onları bana hep hatırlatıyor.

yılmaz kaini: fotograf; özcan yaman

475-Okullu fotoğrafçı olmak- Evrensel 24 Ocak 2020-özcan yaman

Okullu fotoğrafçı olmak


Yıllar ilerledikçe anılar birikiyor. Zaman zaman anılarımızı aktarmakta önem kazanıyor.
Liseyi yeni bitirmiş, akademide okuyan Esat Papila’nın ‘fotoğrafa meraklı bir çocuk ‘ olarak beni çağırmasıyla Gülnur Sözmen’in Planar grafik/fotoğraf atölyesinde çıraklığa başlamıştım. Karanlık odacı derken Gülnur ablaya asistanlık yapar hale gelmiştim. Birkaç ay geçmişti ve üniversite sınavları falan derken bir gün Gülnur abla ‘Abi ne yapacaksın’ dedi. Ben de ‘Motor meslek lisesini bitirdim, motorcu falan olurum ya da teknik öğretmen okuluna giderim’ gibi bir şeyler söyledim. Bana ‘Manyak mısın sen, akademiye girsene hem fotoğraf bölümü de açıldı. Fotoğraf alanında gayet başarılısın’ dedi. Bende ‘Abla akademi burjuva okulu orada okumak için zengin olmak lazım. Bir rapido, şöhler, kağıt kaç para ben garibanım, Hem yetenek sınavı falan ben düz çizgi çizemiyorum’ deyince bana kızdı. Oğlum atölyede yok yok, stüdyo makineler hepsini kullanıyorsun zaten. Sen çalış yeter ki’ dedi. Hemen telefona sarıldı ‘Aslan sana bir çocuk yollayacağım akademi fotoğraf bölümüne girecek’ dedi.  Beşiktaş Yıldız Dershanesinde Ressam Aslan Eroğlu ve Mimar Sadri eşi Çiğdem o zamanlar akademi son sınıf ya da yeni bitirmişler güzel sanatlara giriş kursları veriyorlar. Ertesi gün gittim. Beni önce bir güzel sözlü sınav yaptılar. Neden güzel sanatlara girmek istiyorsun? Hayda… neyse her gün 9.00-13.00 arası elimde 50x70 duralit kağıt, kurşun kalem çiz babam çiz. Sıkı bir çalışmayla sınavlara girdik. Bir sürü aşamalardan geçtik. Garantiye almak içinde aynı zamanda Marmara Üniversitesinin de sınavlarına giriyorum. Sonuçta Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümünü 2. Olarak Marmara Üniversitesi Tekstil Bölümünü 40. (Ve benden sonra yedekler başlıyordu) kazandım. Heyecanla atölyeye gittim “Abla ben ne yapayım Tekstili de fotoğrafı da kazandım” deyince, Gülnur abla sarıldı ve dedi ki; Bak oğlum para kazanmak ve zengin olmak istiyorsan tekstil bölümü, ama sevdiğim işi yapayım diyorsan fotoğrafı seç. Sonra para verdi’ hadi kutlayalım git tatlı al bakalım.’ İkimiz pastaneden tatlıları aldık ve ilk kutlamayı böylece yaptık.
Gülnur Sözmen, Esat Papila ve Ercan Kabail bu dönemimin unutulmaz isimleridir.
1982 Yılında MSÜ. Fotoğraf Ana Sanat Dalında üniversiteye başladım. Yine planar grafikte çalışıyorum. Hatta geceleri orada kalıyorum. 4x5 inç linhof, 6x7 pentax, 6x6 Rolleifleks, 35mm Miranda ilk aklıma gelen makine parkuru, Elincrome paraflaş ve spot aydınlatma ışıkları ve Krokus agrandizörlü karanlık oda. Gülnur ablanın ciddi ciddi asistanı olmuştum. Bir yandan da ‘Ben zaten fotoğrafı biliyorum. Okul bana ne öğretecek ki? Diye kasım kasım kasılıyorum. İlk yıl neredeyse fotoğraf dersi yok. Ağırlıklı olarak güzel sanatlar kültürü üzerine. Diğer bölümlerle ortak dersler ve çoğu anfilerde yapılıyordu. Teknik resim, dünya sanat tarihi, Türk(iye) sanat tarihi, uygarlık tarihi (Hilmi Yavuz geliyordu) İngilizce, temel sanat eğitimi (Gevher Bozkurt geliyordu) gibi dersler ilk aklıma gelenlerden. Sonraları fotoğraf dersleri sayıları arttı. Temel fotoğraf, çekim teknikleri, görsel iletişim, fotoğraf felsefesi, siyah beyaz karanlık oda, renkli fotoğraf, fotoğraf fiziği, fotoğraf kimyası, portre fotoğrafçılığı, belgesel fotoğraf…
İlk yılı atlattık ikinci yıla girdiğimde hayatımın değişme noktalarından birini daha yaşadım. Belgesel dersi hocamız Sabit Kalfagil beni yanına çağırdı ‘şehir tiyatrolarından fotoğrafçı istiyorlar, gözüme seni kestirdim. Engin Uludağ beyi gör benim yolladığımı söyle’ dedi. Heyecanla Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na gittim. Basın bürosunda Tayfun Türkili ile Engin Uludağ’ı buldum. Bana portfolyon nerede? dedi. Şaşırmıştım, yok dedim. Hiç tiyatro fotoğrafı çekmedim ama yapabilirim dedim. Sonra madem Sabit yolladı işe yararsın, ama yönetim kuruluna seni önermem için tiyatro fotoğraflarını görmemiz lazım’ dedi. Sezon bitmiş, Rumeli Hisarında yaz oyunları başlayacaktı.  İki tane ilford HP5 (400 asa) film verdi. ‘Ben kapıya yeni fotoğrafçı olarak ismini vereceğim prova günlerini öğren bu 2 filmle çekimleri yap kağıda bas getir. Sonra yönetim kurulu ne derse o’ dedi. Neyse ‘Antonıus ve Kleopatra’ oyunu 70 kişilik kadrosuyla Rumeli hisarı kalesinde ilk çektiğim tiyatro oldu. Ben çekimleri kendimce bitirdim. Yönetmen haber yolladı yarın fotoğraf provası var fotoğrafları çekeceksin, flaşı unutma! Allah allah ben çektim ama falan. Ertesi gün flaş makine hazır gittim. Burçin Oraloğlu ‘yeni fotoğrafçı sen misin’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Ben sahne sahnede durduracağım sen de flaşla çekeceksin’ dedi. Elindeki listeden ‘birinci perde bilmem kaçıncı sahne’ diyor, oyuncular yerlerini alıyor poz vermeye başlıyorlar. Ben de çekiyorum. Böylece 4 film bitirdim. İki ayrı zarfa bir kendi kafama göre flaşsız çektiklerimi diğer zarfa onların poz verdirerek flaşla çektirdiklerini koydum Engin Uludağ’a verdim. Sonrada durumu anlattım. Bana ‘seni telefonla ararız bir inceleyelim’ dedi.
Böylece bir yandan atölye diğer yandan şehir tiyatroları ve okul hayatım sürmeye başladı.
(devamı haftaya)
Fotoğraf Özcan Yaman arşivi. Gülnur Sözmen'le...


474-Hayatı anlamlı kılmak- Evrensel 03 Aralık 2020- özcan yaman

Fotoğraf: Özcan Yaman

Hayatı anlamlı kılmak

İnsanlar, yüz yıllar boyunca hayata anlam katmak için bilim ve sanat denilen alanlar yaratmışlar. Bilim çok mu gerekliydi? Evet.
Bilimsel gelişmelerle insanın doğa karşısında güçlenmesi, hayatı kolaylaştırıcı icatlar yapması ne güzel, ne faydalı... Hastalıklara karşı ilaçlar; makineler, bilgisayarlar, akıllı telefonlar... İnsanlık aleminin somut dünyasıdır.
Peki ya sanat? Çok mu gerekli? Evet.
‘Hayatın bir anlamı olmalı’ deriz. Düşüncelerimizin farklı araç ve gereçlerle ifade edilmelerinin gerekliliği sanat dediğimiz alanı açar. Tasarım, kurgu ve sunuş bir sanattır. İnsanlık aleminin soyut dünyasıdır.
Bilim de sanat da nesnel gerçeklikten yola çıkarak hayatın yeniden uygulama ve yorumlanmasıdır.  Bizden bağımsız, mevcut koşulların olay ve olguların dünyasından bahsederiz. Uygulamak ve yorumlamak; neyi? Nesnel gerçekliği. Nasıl? İşte burada bir yönteme ihtiyaç duyarız.  Bu yöntem bizlerin dünyayı algılayışı ve yorumlayışı olur. Bilim de sanat da ideolojik bir içerik taşır.
Bilim deyince şöyle bir dururuz, ‘insanlık için faydalı bir alan’ deriz. Sanat mı? ‘Parası olanın işi’ deriz. Oysa sanat olmasa bilimin de olamayacağını pek düşünmeyiz. Bir tahterevalli düşünün bir ucu bilim diğer ucu sanat. Biri olmadan diğeri olmaz. Felsefe doğru düşünme, yol ve yöntem araştırma alanıdır. Yüz yıllardır felsefe insanlığın ilerlemesinde önemli olmuştur.
‘’Düşünce mi, madde mi önemlidir ya da önce gelir?’’ sorusu uzun yıllar tartışılmıştır. Dünyayı yönetenler bu iki düşünce biçiminden biriyle nesnel gerçekliği yorumlamışlardır. Marx bu iki karşıt düşüncenin birlikteliğini göstermiş ve ‘Diyalektik materyalizm’ olarak tanımlayarak yöntem meselesini çözmüştür. Tarihi anlama ve sınıflandırmayı da ‘Tarihi materyalizm’ olarak bilimselleştirmiştir.
Yani saf bilim, saf sanat, saf siyaset ya da saf diye bir şey yoktur. Belki karşıtlardan biri ortadan kalkarsa ‘o’ saflık o zaman mümkün olabilir. Dünyayı algılamak, yorumlamak ancak diyalektik materyalist yöntemle mümkündür ki bu öğrenilmelidir.
Yöntem bize neyin nasıl olduğu ve bunun nerede aranabileceğini söyler/gösterir. İster bilimde ister sanatta kullanalım. Dünya ideolojik olarak dün olduğu gibi bugün de iki kutupludur. (Gerçeklikte olay ve olgular çalkantılı olsa da.) Orta Çağ yıkılalı çok oldu. Yeni Çağ denilen dönemin büyük bir bölümü geçildi ve ileri bir çağa girildi. Yüz yılları devirip ilerlemek çağ atlamaksa rakamsal olarak atladık. Hoop milenyum çağı. Ne değişti? Hiç. Kimilerine göreyse vahşi kapitalizmden, insani kapitalizme geçildi. Ne değişti? Hiç. Değişmeyen ne? Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri. O halde şimdiki zamanı algı ve sanal gerçeklik çağı olarak nitelemek yanlış sayılmaz. Aşsız, işsiz, açlık ve yoksulluk sınırlarında yaşayan milyonlar sanal gerçeklikle maalesef doymuyor. Ama beyinleri kandırılabiliyor. İşte insani kapitalizm budur.
Tekrar başa sararsak, nesnel gerçekliğin yorumlanması bilimde ve sanatta sınıfsallığa bağlıdır. İhtiyaç duyduğun yöntem, yorumlamada ortaya düşünce koymanda yeniden biçim kazanırken bilim eseri veya sanat eseri olarak çıkar. Sanat akımları bu yüzden vardır. Sanat akımları da bir öncekine karşıt olarak çıkmış ve sonuçta aynı tarafa doğru yönelmişlerdir. Birbirlerinden çok şey öğrenip ilerlemişlerdir.
İki kutuplu dünyanın bir kutbu olan kapitalizm bugün hakim sınıf olarak bilimi de sanatı da elinde bir şirket gibi yönetirken, bilim insanlarını ve sanatçıları bu şirketin birer çalışanı gibi sömürmektedir. Bu sayede dünya sistemini ideolojik olarak yönetmektedir. Sağlık, eğitim, barınma alanları sistemi ayakta tutacak şekilde planlanmaktadır. Sanat ise sistemi algısal ve sanal gerçeklik içinde tahvil senetlerine dönüşmüş alanlar olarak kullanılmaktadır. Peki ne yapacağız?
Diğer kutbun ideolojik mücadele yöntemini kullanacağız. Sınıfa karşı sınıf olacağız. Sosyalist ideolojinin yöntemini kullanarak bilim üreteceğiz. Sanat eserleri üreteceğiz. Varsın yok saysınlar, varsın dışlasınlar, Brecht’in sözünü hatırlayacağız; ‘’Biz, estetiğimizi mücadelemizin gereksinimlerine göre yönlendiririz’’.
Yeni yılın ilk yazısında, dertleri ortak olanların sorunlarını paylaştığı, mücadelelerini birleştirdiği; akıl, bilgi ve birikimle dolu güzelliklerin yaşanmasını diliyorum...