Translate

Bu Blogda Ara

30) 30 AĞUSTOS 2009-- Bakmak,Görmek ve Göstermek işte ALİ ÖZ

EVRENSEL
KADRAJ KÖŞESİ
ÖZCAN YAMAN
30) 30 AĞUSTOS 2009


Bakmak,Görmek ve Göstermek
işte ALİ ÖZ

Bir fotoğrafa baktığınızda, etkileniyor, düşünüyor ve aklınıza bir şeyler takılıyor ise o fotoğraf başarılı bir fotoğraftır.
Bu gün gazetelere baktığımızda kaç fotoğraf bizi etkiliyor?
Yada kaç fotoğraf boş yere yer işgal ediyor? Peki Türkiye’de 30 yıldır kalitesini düşürmeden başarıyla fotoğraf üreten ve yapan kaç basın fotoğrafçısı var?
Ali Öz, bu az sayıdaki insanlardan biri olarak yerini alıyor. Nerede miting var, eylem var, toplantı var Ali orada. Ajandası hep bir yerlerde olmanın notları ile dolu. Zannediyorum son iki aydır, kendine ve fotoğraflarına hiç bu kadar zaman ayırmamıştır. Açacağı serginin sorumluluğunun ağırlığı, ona bu titiz olma hakkını veriyor. Çünkü Ali yalnızca bir fotoğraf sergisi açmakla kalmayıp Ülkenin son 30 yılının politik dökümünü bize sunmaya hazırlanıyor. Anlamlı bir günde, Barış günü olan 1 Eylül ‘de sergisini Karşı sanat’ın ev sahipliğinde açıyor. “Fotoğraflı Türkiye Sosyal Tarihi” olarak adlandırılabilecek sergi, son 30 yılın en önemli karelerinden oluşuyor. Siyasetin, toplumsal aktörlerin, sosyal değişimin kırılma noktalarının sınır uçlarında gezinen objektifi ile, yaşam riski altında bile insana dair en yalın sözü, acı bir tebessüm tadında donduran enstantenelerinden 130’a yakın seçkiyi bu sergide bir arada görmek mümkün olacak. 20 Eylül’e kadar açık kalacak sergiyi kaçırmamak gerekiyor. Özellikle basın, belgesel ve enstantene fotoğrafçılığı yapanların yanı sıra fotoğraf bölümlerinde okuyan genç arkadaşların izlemesini önemle tavsiye ediyorum.
Dileğim, sergiye yetişmediğini bildiğim bir büyük kataloğun basılarak görsel bellek arşivinde yerini alması. Bu amaçla destek olacak kurumların çıkmasını temenni ediyorum.
Eğer fotoğraflara baktığınızda imzasını görmeden “Bu fotoğraf şu fotoğrafçının olabilir”  diyorsanız . Yani fotoğrafçısını fotoğrafından tanıyabiliyorsanız o fotoğrafçı kendi alanında fotoğraflarıyla bir imza olmuş demektir. Evet Ali Öz artık fotoğraflarından tanınan bir imzadır. İşte Ali Öz çektiği fotoğraflarla özdeşleşmiş bir sanatçıdır. Yılların emeği, birikimi ve dikbaşlılığı, olaylara objektif bakışı ama taraflı yaklaşımıdır hak ettiği yere getiren. Onun fotoğrafı çekerken kattığı bilgi birikim ve tecrübe genç fotoğrafçılara örnek olmalı ki olduğunu biliyorum. Özellikle basın fotoğrafçılığı yapan arkadaşlara devamlı söylediğim “Arkadaşlar bir yerde fotoğraf çekerken Ali Öz’e rastlarsanız, mutlaka onu izleyin” derim. Yalnızca fotoğrafçılar mı artık onu alanlarda tanıyanlarda, “Ali burada ise güvendeyiz” diye düşünüyorlar. Çünkü o fotoğraflarıyla bu güveni veriyor. Ben Ali’nin pratik zekasına bir çok kez şahit olmuşumdur. 1 mayıs 2007 de Beşiktaş’ta iken hızla Dolmabahçe’ye nasıl ulaşılır? Ortalık karışırken çekim açısı nasıl bulunur? Ya da polislerle didişirken nasıl kurtulunur gibi sayısız pratikleri yaşamışımdır. En son 2009 bir mayısında Ali’nin sayesinde polis baskısından kurtulduğumu hatırlarım. Bence o fotoğrafın gücünü çalışırken de kullanan bir fotoğraf eylemcisidir.
“Fotoğraf nedir? ne olmalıdır” Evet fotoğrafın ne olduğu ve olması gerektiğinin cevabını bize çektiği fotoğraflarla veriyor. Kendisini sosyal politik basın fotoğrafçısı olarak tanımlıyor Ali. Bence o bir fotoğraf sanatçısıdır. Eğer ürettiğimiz işler yıllar sonra tarih ve toplum birliğinin çelişkisini sunuyorsa, gerçekliği kalıcılık taşımaya başlıyorsa o yapılan iş bir sanat eseridir ve yapan kişi sanatçıdır.
Fotoğrafı kaygı ile çeken ona estetik biçimsel değerleri katan ve doğru bir bakış açısıyla sunan, bu değişkenleri toparlamak için uğraşan Ali Öz hala en güzel fotoğrafı yapmanın peşinde. Ali’lerin çoğalması dileğiyle…
Sözü burada kesip fotoğrafları birlikte okuyalım.











1 mayıs 2009 da Ali’nin “Ne yapıyorsunuz” ünlemesiyle, fotoğraf çektiğini gören polis müdahaleden vazgeçiyor.





Yıllar önce çekilen bu fotoğraf, bugün çekilse ancak gündemi bu kadar anlatabilir. Görsel ironi dudaklarımızda tebessüm yaratırken çelişkiyi de beraberinde getiriyor.
(Ecevitîn cenazesinden,2006)







Bir anayı böyle ne ağlatabilir? Dudaklarını sıkmış ama gözlerini sıkamıyor. Elinde bir fotoğraf var gördünüz mü diyor.? Nerede diyor. Öfkeli ama dirençli. İstiyorum diyor, oğlumu istiyorum. Duyuyormusunuz? Bu fotoğraf yıllar öncesine ait oysaki ama sorun hala sıcak. Kaybedilenler, katledilenler hala hesapların sorulmasını bekliyor, oysa deriniyle, şahiniyle suçlular hala ortalıkta.
Eğer bir ana, bir baba, bir çocuk bu halde ise bu nasıl sosyal devlet, nerede adalet? Bir kadının gözyaşları ve bir insanın sureti bu kadar mı özdeşleşmeli?




 Suç ve ceza nedir? 
Kuytu bir yerde sıkıştırılmış yada götürülmüş bir insana karşı işlenen suçun fotoğrafıdır bu. O an fotoğrafı çeken tanıktır. Deklanşöre basmasa sanki bu vahşet yaşanmamış mı olacak? Oysa her gün benzerleri yaşanıyor. Peki ne kadarını belgeleyebiliyoruz? Dayak yiyenin duygularını, fotoğrafı çekenin duyguları karşılıyor. Belki saldırı fotoğrafı çekene yönelecek. Ama sorumluluk duygusu korkuyu yeniyor ve bir klik sesi… Sonuç resmi ve sivil işkencecilerin işbirliğinin resmidir artık. Belki birkaç saniye sonra ellerini kaldırmış sopayı indirmek üzere olan nefretini kusacak. Üstü başı kan içinde kalacak olan bir insan yere düşecek. Fotoğrafta biri mağdur beş işkenceci, genel bir fotoğrafın çok küçük bir parçasını gösteriyor. Bu fotoğraf konuşuyor, duyuyor musunuz? Yok canım genel bir uygulama değil, münferit.(!) Evet, Türkiye bir sosyal hukuk devletidir. Efendim?




Münferitler devam ediyor Metin Göktepe katlediliyor. Sonuç resmi ağızlar için hep aynı 
mün-fe-rit. Metin o kadar şanslı olamadı. O tanıklığının kurbanı oldu. Yukarıdaki fotoğrafın bir devamı sanki bu fotoğraf. Ali bunu ispatlarcasına basmış deklanşöre…
Çağının tanığı olmak ve gerçeği aramak –bulmak-göstermek.





 


Mutluluk nedir? Anladık, bazen anlamlar değişebilir, Amerikan malı jeeple gireceksin mutluluk kapısından, sonra? İnsanların yüzlerine bakın. Ben göremiyorum mutlu olanı siz görüyor musunuz? Peki jeepteki asker mutlu mu? Oda değil. Çarpıcı bir breht ironisi karşılıyor bizi.




Gözaltı mı? Gözdağı mı? 
Çocuk dalmış hayallere evini, anasını babasını düşünür. Biraz önce oynadığı alana bakıyor anlamsız ama büyüyen gözlerle. Fotoğrafı çekenle göz göze geliyor. Bu fotoğrafa İster sağından ister solundan bakın. Çocuğun bakışlarından kaçamayacaksınız. Ya o saklandığı sanılan jop ne oluyor? Belki o gün karşı koymak için taş atamayan bu çocuk şimdi bir baba oldu ve onun çocuğu Terörle Mücadele Kanunu gereği hapiste olabilir mi.? Çocuklara bile tahammül edemeyen bir devletin sosyalliğini nerede arayalım?







Devlet babadır. Vatandaş itaat edendir. Ne gelirse Allah’tandır. İşte sorgulamayı gösteren bir fotoğraf.









Yoksuluğun ve yoksunluğun fotoğrafı. Ne uğruna? Otorite. Kimin kime uyguladığı otorite? Devletin vatandaşına uyguladığı otorite. Oysaki bu görüntüler bir türlü değişmiyor. O zaman dertlerin değişmesi gerekiyor. Dertleri değiştirecek olanlar ise mağdur. Peki baskıyı yaşayan bu çocuklar mağduriyetlerini sonlandırmak için geleceğe bırakılmış tohumlar olmayacaklar mı? O zaman ne asker ne polis ne silah hepsi geri tepecek.




Su hayattır! Hep tekrarlanan sahneler ama unutuyorlar ki su hayattır. Bir kere dallara can suyu yürüyenler, suyu kötü amaçlarına kullananları lanetlemeye görsün. 

29)23 Ağustos 2009--CİMCİME

EVRENSEL GAZETESİ

KADRAJ
23 Ağustos 2009
Özcan Yaman



CİMCİME


Bildiğiniz gibi bu haftada gündem yoğun. Şimdi diyeceksiniz ki, “eee Cimcime de nereden çıktı? “
Motordan çıktı.Ne motoru mu? Efendim, sabah kalktık  işe güce gitmek üzere eşim ve oğlum arabamıza bindik. Önce Güngörön’e uğradık arkadaşımızı aldık, sonra Şişli’ye vardık. Eşimi işine doğru yolcu ettik. 
Yola devam etmek için tam kontağı çevirirken önümüzde yük indiren kamyonetten birkaç kişi “abi kontağı kapat arabadan ses geliyor” diye el kol işaretleriyle bağırmaya başladılar. Önüne park ettiğimiz işyerinden de güvenlik falan toplanınca kaputu açıp arabadan indim. Canhıraş bağıran yada miyavlama sesi Şişli’nin o trafiğine rağmen ortalığı inletiyor. “Eyvah hayvan yanıyor herhalde” diyerek, kaputu yavaşça açtım.Görünürde bir şey yoktu, sesten başka. Sonra arabanın altına giren genç arkadaş, motora oldukça uzak akünün aralarından avuç içi büyüklüğünde bir kediyi çıkartıp bana verdi. Kalbi küt küt atıyordu. Biraz sevdim ve yere koydum, doğru caddeye fırlıyor. O sırada Hasan yani oğlum bakkaldan süt alıp gelmiş. Ne yapalım? Kedinin yaşadığına sevinerek bindik arabaya da ne yapacağız? En iyisi doğal ortamına bırakmak dedik. Ama her yer koca köpeklerle dolu…
Kedi arabada korkudan koltuğun altına sinmiş durumda süt döküldü ama içmiyor. Neyse ya sokağa bırakacağız yada bakacağız. Ama nasıl? Annemiz kediden çok korkuyor. En iyisi telefonla durumu anlatmak. Telefonda olayı tüm duygusallığı ile anlattık ve Hasan’la birlikte kediyle beraber yaşama kararı aldığımızı açıkladık. Sonra veteriner, kedi kumu vs derken akşam evde bir nüfus daha çoğalmış olduk. Veteriner dişi bir Tekir kedi olduğunu söylemişti. İsimsiz bir iki gün geçti. Gerçi motordan çıktı ama motor diyemezdik. Hayata bu derece tutunmak için mücadele eden mutlaka başka kediler de olmuştur ama bizimde yaşamak için mücadele eden bir kedimiz olmuştu. Bu yazıyı yazdığımda yaklaşık bir hafta doldu. Sağ olsunlar tecrübeli arkadaşlarımız Vildan ve Ayla bebe kediye nasıl bakılır telefonla bizlere tecrübelerini anlattılar. Şimdi Cin gibi sağlığı yerinde. Kucağımızdan inmiyor. Bizi kendisiyle oynamaya zorluyor. Eee artık bir ismi olmalıydı ve ona Cimcime dedik…Bu hafta Cimcime’nin hikayesi  ile yazıya başladım umarım sıkılmadınız.
Hayata sarılmak dedim ya, Bir kedinin verdiği yaşam mücadelesi bana çocukları hatırlattı yine. Hani biliyorsunuz terör örgütüne yardım eden şu terörist çocukları(!) Hani Terörle Mücadele Kanununa muhalefet eden, kurulu düzeni taş atarak devirmeye kalkan çocukları. Tabiî ki onlarda adaletten kendi paylarına düşeni almalıydılar .  Sırf bu kadarı bile bize 12 Eylülün sürdüğünü göstermeye yetmiyor mu? O zaman bu 12 Eylül hukukunu kim değiştirecek? Bu Asosyal devleti, kim sosyal yapacak? Hatıralardadır. Devrimciler teslim olsunlar yada itirafçı olsunlar diye gözaltına alınan anaları,babaları,eşleri, kardeşleri,bebeleri rehin tutulup işkence görürlerdi. Şimdi, mantık aileleri cezalandırmakmış!..Ne diyelim? Mücadeleye devam… Basit bir kural vardır. Etki tepki diye.Yaşam göstermiştir ki; Adaletsizliğin, Hukuksuzluğun olduğu yerde, direnmek  meşrudur. Mutlu azınlığın adaleti ve hukuku tepki yaratıyorsa, çoğunluğun adalet ve hukuk anlayışı tepki olarak doğar gelişir. Çünkü yoksulluğu ve ezilmeyi yaratanlar bunu ortadan kaldıramaz. Öldürmeyi ve savaşları kutsayan bir anlayış aynı zamanda karşılığını da yaratıyor demektir. Yanda gördüğünüz fotoğrafa iyi bakın. Bebeklere oyuncak diye sunulana bakın. Eğer bir gün bu gerçekler değişirse, o değişiminde fotoğraflarını da bizler  çekeceğiz. Bana ve bir çok arkadaşıma hep yoksulluğun fotoğrafını çektiğimizi, hep iç karartıcı fotoğraflarla uğraştığımızı söylüyorlar. Doğrudur, Ne zaman ki bu görüntüler değişir o zaman mutlu insanların da fotoğraflarını çekmeyi biliriz.
Her ne kadar fotoğrafla ilgilenmiyorum dese de, eline makineyi aldığında gerçekliği, fotoğrafla anlatma becerisini gösterdiği için ve bu fotoğrafları bizlerle paylaştığı için oğlum Hasan’a aferin diyorum.
“Yaşama ve direnme gücü oldukça, Hayata tutunmak bir görevdir” anlayışıyla  mücadele edenler
çok yaşayın.
Bol fotoğraflı haftalar dilerken, öneri, görüş ve fotoğraf katkılarınızı beklediğimi hatırlatırım.   
















(01)
Flaş, flaş flaş
Acar magazin muhabirimiz Özcan Yaman uzun uğraşlar sonucu , en şuh haliyle keyif yaparken Cimcime’ yi yakaladı…Karşınızda yirmibeş günlük Cimcime.



 

(02)
Fotoğraf: Hasan Yaman
Büyüyünce zengin bir iş adamı mı olsam?
yoksa

















Fotoğraf: Hasan Yaman
(03)
Öldürmeye programlanmış bir militarizm sevgisiyle mi dolsam? Diye büyütülen bebelerin vay haline…



















(4)
 Fotoğraf: Basından

Bu görüntülerin üstüne söz söylenebilir mi?
Güpegündüz sokak ortasında şiddeti sergileyenlerin belgesi olan bu fotoğraf hangi hukuku anlatıyor?






















(5)

Fotoğraf: Özcan yaman

Oysa ki mutluluk tüm insanların hakkı. Çocukların sevgiyle, kardeşlik duygularıyla büyütülmelerinin bedeli neden bu kadar ağır?
















 (6)
Fotoğraf : Özcan Yaman

Direnmek doğanın kanunu.







































(7)
Fotoğraf: Özcan Yaman

Her şeye rağmen, Hayat nakış nakış işleniyor.


28) 16 Ağustos 2009--A SOSYAL Mİ? SOSYAL Mİ?

EVRENSEL GAZETESİ
KADRAJ
28) 16 Ağustos 2009
Özcan Yaman


A SOSYAL Mİ? SOSYAL Mİ?

… “Ve, direnmeyi bilmiyorsanız,
Kül olun savulun dağlara taşlara
belki hayat yeniden fışkıracaktır o zaman,
bu kentin ışıksız varoşlarından..” …
Ahmet Telli  (vı.Kül olan şiirinden.)


17 Ağustosu unutma-unutturma !
On yıl önce yaşanmıştı  17 Ağustos depremi. Yarın yıldönümü. Yine hamasi nutuklar atılacak. Ordan oraya anma toplantılarına koşulacak. aSosyal devlet iş başında gözükecek. Dünya bankasından para almak için bir takım resmi kurumlar güzel isimli dernekler ve vakıflar kuracaklar yada kurdular bile. Yine depremzedeler toplanacaklar, dertlerini / dertlerimizi bir kez daha anlatacaklar. Her yıl olduğu gibi…
Sonra bir yıl daha geçecek, sorulamayan hesaplar hanesinde, kentsel dönüşüm ve depremzedeler diye yer açılacak. Ama reklamlar …”koşun koşun depreme dayanıklı, milyon dolarlık konutlar var!” Diye bağıracaklar. Sanki deprem bu konutların dışında onları yakalamayacakmış gibi…
Aydınıyla, sanatçısıyla, işçisiyle - işsiziyle ve emekten yana güçlerin örgütlülüğü ile aSosyal devlete, Sosyal devlet olma sorumluluğunu, her alanda duyurma zamanıdır. Deprem için saat çalışıyor,
Güler Zere ve onun şahsında tüm ağır hasta tutuklular,
 Asosyal devlet kurbanı olmasın!
Devletin görevi, vatandaşlarının yaşamlarını ve sağlıklarını korumaktır. Devlet, bir kesime sosyal bir kesime asosyal olamaz. Hele, bilim kurumları hiç olamaz. Yok eğer durum buysa o zaman devlet bölücüdür, ayrımcıdır, eski tabirle (mutlaka bir şekilde yenisi de vardır.) bir sınıfın, diğer bir sınıf üzerinde tahakkümünü sağlıyor. demektir. O zaman baskı altında olanların bu adaletsizliğe karşı direnme hakkı doğar. Ancak ve ancak tüm alanlarda bu direnişler ortaklaştırılırsa sonuç alınır. Fotoğrafçılarda, bu gerçeği belgelemeye çalışarak katkılarını ortaya koyacaklardır. Ölüm oruçlarında olduğu gibi, “Metin’in katilleri yargılanacaklar” diyerek davaya sahip çıkıldığı gibi, bizlere asosyal olan devleti, sosyalliğine kavuşturma mücadelesinin bir adımı, zaferi olarak Güler Zere, Erol Zavar ve tüm ağır hasta tutukluların serbest bırakılmalarını sağlamalıyız.
Açılımlar ve gerçekler!
Siyaset sahnesi tam bir satranç oyunu. Otuz yıldır süren savaştan nemalananlar ne oldu da birden Kürt sever oldular? Unutulmamalı ki burjuvazi almadan bir şey vermez. Verirken de sanki halkın çıkarına imiş gibi pozlar takınır.. Halkların kardeşliği ve barış taleplerinin ne kadarı karşılanacak? Yine de Roza Lüksemburg’a kulak verelim.; …” Ve… halk, günümüzde savaşların sadece ve sadece küçük bir avuç kapitalist savaş avcısının ve sömürücülerin yararına yürütüldüğünü, büyük kitlelerin ise her açıdan militarizmin kurbanı olduğunu…kavradığında, o zaman bu düşünce kitlede öyle bir politik güce dönüşür ki, tüm süngüler onun önünde kırılır”…
Ve 12 Eylül ve İstanbul’da bienal ve…
Gündem yoğun. Nereye koşturacağımızı şaşırdık. Bir ara kalbimiz duracak gibi oldu(!) neyse korkulan olmadı. Sayın Evren tehlikeyi şimdilik atlattı. Otuz yılın hesabını vermeden gitmek yok. Yukarıda dedik ya asosyal devlet diye sosyalliğine kavuşturmada bir noktada  başta Evren olmak üzere tüm cuntacıların yargılandığı  günlerin yaşanmasıyla gerçekleşecek. Bir çok emek örgütü, parti, ve sendika, 12 eylülü şanına yakışır biçimde, lanetleme ve hesap sorma günü olarak, alanlara çıkmak için bir araya geliyor ve çeşitli eylem biçimlerini görüşüyor. Sanatçılar sokaklarda görsel ve işitsel işler üretmek üzere atölyelerine daldılar. Derken tamda bu manalı günde, birde İstanbul bienali başlıyor. Hem de Marksist küratörler aracılığıyla. Marksistlerin en başta da Bertold Breht’in  yıkmak için ömrünü verdiği kapitalizmin temsilcilerinin organizasyonuyla.” İnsan neyle yaşar!” temasını kullanarak. Hem de Zagrepli bu dört Marksist küratör kar hırsı gütmeden yalnızca masrafları karşılığı bu iyiliği yapıyorlarmış. İKSV’ye yani bienale sponsorluk yapanlara ( Eczacıbaşı, Koç, Turkcell, DHL, Kültür Bakanlığı…vb. gibi) sponsorluk yapan  Marksistler oluyorlar. Oysa ki E-KART , IBM çalışanlarının durumu ortada. Yine haftalardır o halkı çoook seven, şu parantez içindeki sponsor kurumların medyalarının görmediği KENT A.Ş işçilerinin durumu ortada. SİNTER işçilerinin durumu ortada. Sabah-Atv grevcileri ortada daha saymaya devam etsek yer kalmayacak. Eee bu kadar da sponsur yetmez tabii birde bu sergileri izlemek için bilet satmak lazım.  Hem de güncel sanata katkınız olsun. Siyah ve beyaz lale kombine bileti alırsanız 112,5 Tl. Kırmızı ve Sarı lale kombine alırsanız 120 Tl. Dilerseniz bienal artı bilet şıkkını 150 Tl ye kullanabilirsiniz. (Benimde bir katkım olsun reklamlarını yapayım değil mi?) Bu arada basın veya medya mensupları yada gazeteciler akreditasyon yaptırmayı unutmayın! Öyle gazeteci kimliği ile girmek yok! Sanki Breht vari bir ironi yaşıyoruz gibi.
Fazla söze ne gerek İşçi B.yi dinleyelim hep birlikte:
GÖRÜŞ- “Hür teşebbüs dokunulmazdır” görüşünü Binbirinci defa,  Tekrarlayınca işletmenin patronu. İşçi B. – Bu emre uyun, dedi arkadaşlarına. Hür teşebbüs işletmesine dokunmayın!     Ve fabrika durdu. ( Peter Maiwald - Yılmaz Onay İşçi B.nin Hikayeleri –Evrensel Yayınları)
Duyurulur ki, bu ülkede çook İşçi B.ler var beyler…



  








 












Fotoğraf: Nazım Serhat Fırat
Bu yol nereye çıkar?








Fotoğraf: Özcan Yaman
Şehri saran Şirket feodalizmi






















Fotoğraf: Özcan Yaman
Ya ben olmasam?...











Fotoğraf: matthieu chazal
Haberci
Duydunuz mu? kente bienal geliyo muş.

Karşılamasını bilmek gerek…

27) 09 Ağustos 2009--HİYEROGRAFİ VE FOTOGRAFİ

EVRENSEL GAZETESİ

KADRAJ
09 Ağustos 2009
Özcan Yaman



HİYEROGRAFİ VE FOTOGRAFİ

“…Kapitalizmin toplumsal ilişkiler konusunda, özenle ve zorbalıkla ayakta tuttuğu bilgisizlik,
basındaki binlerce fotoğrafı, anlamayan için tam bir çözülmez hiyerograf tablet haline getiriyor.”
Ruth Berlau


Genellikle fotoğrafın doğruyu söylediğine inanılır.
Diğer sanat dallarına göre daha inandırıcı olduğu düşünülür. Bir anlamda belgeselliğinin de nedeni budur. Kimine göre gerçeğin kağıda, bilgisayara  gerçekmiş gibi yansıması! Oysa ki nesnel gerçekliğin yeniden yorumlanmasıdır. Fotoğraf, fotoğrafçının gerçekliğini yansıtır. Gösteren ve gösterilen ilişkisi, bir dil olarak fotoğrafı okumamızı sağlar.
01 nolu, metrobüs durağının fotoğrafı.fotoğrafa baktığımızda; çatıyı tutan tek bir direk olduğunu görüyoruz.. Belki bir ikincisinin olabileceğini mantıklı buluruz. Çatı ve yer gittikçe daralmakta yani perspektif bize hacim vermekte. Peki elimize metreyi alıp ölçersek ön taraf daha geniş örneğin beş metre. En arkasının eni çok daha dar örneğin yarım metre  diyebilir miyiz? Oysaki hakikiliğinde o yere gidip ölçtüğümüzde ön ve arkanın genişliğinin aynı olduğunu görürüz.
02 nolu fotoğraf ise aynı yerden iki metre sağa gidilerek çekilmiştir. Çatıyı taşıyan direkler ortadadır. Yine perspektif olarak bir hacim duygusu taşıyoruz. Fotoğrafın teknik yapısından kaynaklanan bu gerçekliğin deformasyonu aynı zamanda optik bir yanılsamadır da. Oysa ki çıplak gözle baktığımızda da ön plandakileri daha büyük, arkaya doğru küçük görürüz.
Fotoğrafın teknik olanaklarıyla, biçimsel bir çok deformasyonu da yapma olanağına sahibiz.
Yine 03nolu fotoğrafa baktığımızda neredeyse  uçağın binaya çarpmak üzere olduğunu
04 nolu fotoğrafta, uçağın binaya çarptığı ve hemen bir patlamanın olacağını düşünürüz.
05 nolu fotoğrafta ise binanın içinden çıkan bir uçak görüyoruz. Bu fotoğrafların hepside gerçek.! Ama yanılsamalı gerçek. Fotoğrafçının durduğu nokta ve kullandığı objektif bu yanılsamanın abartılmasında yada azaltılmasında etkili olur. Evet fotoğraftaki görüntü nesnel gerçeğin bir aktarımıdır. Halbuki daha yukardan ve binanın ön yüzünden çekilse idi daha farklı gözükecekti. Fazlaca felsefe yapmadan teknik olarak fotoğrafın ne kadar gerçeği aktardığını görmüş olduk. Eğer işi abartırsak teknik olarak çarpıtılmış bir gerçeklikle bilim kurgu seneryolar  yaratmamız işten bile değil.
Konuyu biraz değiştirelim.

Gerçeklik ama hangi gerçek?...
Bu gün itibariyle; dünyada toplam gelirin yüzde seksenini yüzde yirmilik üst gelir dilimi paylaşıyorken, Yine gelirin yüzde yirmilik dilimini de yüzde seksen paylaşıyormuş…Bu oranın ülkeye yansıması da üç aşağı beş yukarı benzer biçimde. Mesele artı değerin paylaşımı. Bu adaletsizlik kapitalizmin krizlerininde kaynağı aslında. Burada kapitalizmin krizlerini tartışmak derdim yok. Zaten bunları okuyor, görüyor ve tartışıyoruz. Hakikat dediğimiz bu gerçeklik. Fakat yukarıda fotoğraf örnekleriyle açıkladığımız gibi, topluma bu hakikati örtecek şekilde başka bir gerçeklik perdesi çekiliyor. Sınıflı toplum sürdüğü sürece, hakim sınıf her türlü araçı, yolu ve yöntemi kullanarak bunu yapmaya da devam edecektir. 12 eylülün darbecileri bizzat; “Sosyal gelişmeler, ekonomik gelişmelerin önüne geçtiği için darbeyi yaptık “ demediler mi? Ardına terör belası, Atatürk’çülükten uzaklaşma, kardeş kavgaları vs diye kendilerinin yarattığı gerçekliği bahane olarak kullanmadılar mı? K.Maraş katliamı, Çorlu olayları ve katledilen aydın sanatçı ve devrimcilerin darbelerinin planının bir parçası olduğunu görmedik mi?. Bu gün hala bu kendi uydurdukları gerçekliğin ardına saklanan ve halkı kandırmaya çalışan bir büyük gazetenin yazarı “kimse bana 12 Eylül’ü kötületemez. Evren’in arkasındayım. Bir çok arkadaşımın terör yüzünden ölmesini 12 eylül engellemiştir….” gibi bir gerçeklik sunmasının hakikatliği nerede? Ama biz biliyoruz; 17 yaşında bir genç nasıl asılır ve o genç Erdal Eren, kendisini yargılayanları da şu sözlerle yargıladı:
"(...) Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir."  derken,. Sınıfsal bir gerçekliği gösteriyordu.
Geçen haftalarda Kenan Evren’in acil hastaneye kaldırıldığını duyunca gerçekten üzüldüm ve Erdal’ın sözleri aklıma geldi. Sen daha yaşa sayın Evren biraz daha sabret, yargılanacaksın…

Fotoğrafçılar taraf tutar!
Sanatçının, fotoğrafçının tarafsız olmasından, objektifliğinden söz edilir. Evet objektif olunmalı ama tarafsız asla olunamaz. Ya hakim sınftan, ya da ezilen sınıftan yana tarafsınızdır. Gerçekliğe bakışınız ve onun yorumlanıp tekrar sunumunda bu taraflığınız belirleyiciliğe sahip olur. Ya düzenin gerçekliğini kabul eder o gerçeklikten sanat yaparsınız, Yada alternatif yani ezilenin gerçekliğinden sanat yaparsınız. Fotoğrafçılar ilk örneğimize 01 ve 02 nolu fotoğraflara dönelim. Karşınızdaki gerçekliği iki adımda değiştirebilirsiniz. Burada tarafsızlık nasıl olacak? Fotoğraflarda görüldüğü gibi, Ya tek direkli bir çatı var yada çok direkli sen hangisini göstereceksin?
Görülüyor ki; Dünya nesnel gerçeklik yada hakikat anlamında bir tane. Ama iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya, sınıflı bir toplum olarak dönmeye devam ettikçe de her sınıfın kendi gerçekliği ve o gerçekliği yeniden yeniden yorumlayan fotoğrafçılar, sanatçılar olacak. Sürekli yeni formüller ortaya atılacak post modern, hümanist sanat veya fotoğraf diye. Bizler kendi gerçekliğimizden hareketle içinde yer aldığımız sınıfın yanında, bu gerçekliğin paylaşılmasının fotoğraflarını yapacağız.

10 yıl oldu…!
17 Ağustos’u unutma-unutturma!
Geçen hafta konuyla ilgili uzun uzun yazdım. Bu hafta yalnızca hatırlatayım istedim.
Deprem olduğunda, Milyon dolarlık konutlarda yaşayanlar o korunaklı konutlarınızda mı depremi karşılayacağınızı düşünüyorsunuz? Oysaki saat çalışmaya devam ediyor…Tik takları duyuyormusunuz.?




Fotoğraflar: Özcan Yaman

 



01







02




 




03


 


                                                                   



                                                                             04




 


                                                                            05


26)02 Agustos 2009 DEPREM İÇİN SAAT ÇALIŞMAYA DEVAM EDİYOR!.



DEPREM İÇİN SAAT ÇALIŞMAYA DEVAM EDİYOR!.

Marmara depreminin yıldönümüne geldik. Bildiğiniz gibi 17 ağustos 1999’da yaşamıştık deprem şokunu. Koskoca on yıl geçti. Yazının başlığı Oğuz Gündoğdu hocaya ait. Bu yılki anmalarla ilgili toplantılarda, hocanın önerisiydi. Gerçekten deprem gerçeğini tüylerimizi ürperterek hatırlatan bir cümle.
O yılları düşündüm. Haftalarca deprem bölgelerinde koşturduk. Kimimiz fotoğraf çekti, kimimiz video çekti. O günleri belgeledik. Berber’den, doktora mimardan, öğretmene her alandan insanlar karşılıksız emek ve güç verdiler. Ben Derince Emek çadır kentinde bir hafta boyunca çalışmıştım. Daha sonraları sevgili Fadime ana ile ziyaretlerimiz oldu. Çektiğim diaları İstanbul’a yolluyordum. Film çektiğim ve sağa sola film olarak yolladığım için bugün 5-6  kare fotoğraf kaldı elimde. Bunlardan biri “Sevgiyle yapılan yıkılmaz” ismiyle kullandığım fotoğraftır. Evet, sevgi emek ister…
On yıl geçti. Ne değişti? Nerdeyse, deprem gerçeği unutturuldu. Fotoğraflar ve videolar nostaljik  birer görüntü haline dönüştürüldü. Hatta, sanki Irak savaşından kalma görüntülermiş gibi kanıksattırıldı. Görüntüleri, inşaat şirketleri reklamların da kullanacakları birer malzeme haline getirdiler… “Şu kadar bin hatta milyon doları verin, depreme çoook dayanıklı garantili yapılarda oturun!”…
Sormak gerekiyor, Devlet ne iş yapar? Belediyeler ne iş yapar? Anayasa; “Türkiye demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” diyor. Evet doğrudur, ama kimler ve kimin için diye sormak gerek. Seçim sistemi, Yök meselesi, Kürt sorununa bakış açısı ve uygulamalar ne kadar demokrasi kavramıyla örtüşüyorsa, Hala devlet organı içinde Diyanetin ne işi var, bütçesi nerede ise eğitim bütçesinde olup Sünni müslümanlardan yana, dinci-bölücü bir mekanizma ne kadar Laik’likse. Ülkede ki toplam gelirin yüzde seksenini, yüzde yirmilik dilim bölüşüp yerken, Diğer yüzde seksenlik dilim, yüzde yirmi ile açlık sınırında yaşıyorsa ve orta sınıf diye nitelenen beyaz yakalılar hızla eritilip alt gelir grubuna sokuluyorsa, bu dengesizlikte nerede sosyallik ve hukuk?...Ama doğrudur. Eğer, Siz yüzde yirmilik dilimde yer alıp, üst gelir durumuna sahipseniz, Demokrat, Laik,ve Sosyal bir hukuk devletinde yaşadığınızı iddia edebilirsiniz. Unutulmamalı ki adaletsizliğin olduğu yerde ne hak ne hukuk vardır. Dolayısıyla Sosyal devlet hiç yoktur.
17 ağustos depreminde emek örgütleri sınıf dayanışmasını göstermeseydi, deprem enkazı altında kalan devleti yöneten hükümetler beceriksizlikleriyle yüzlerce insanin daha ölmesini seyredeceklerdi. O yılları hatırlayalım. Ben vatandaşıma yabancı kanı verdirmem diyen sağlık bakanı, Afet evlerinden rant sağlamaya çalışan hükümet adamları, Televizyona çıkıp ” …kendi çadırkentlerini kurmaya kalktılar. Derince’de, İzmit’te çadırkentler kurdular. Emek Çadırkent diye. Gidin, görün sefaleti...” diyen dönemin generali …şimdi nerelerdesiniz?
Her yıl anmalarla geçiştirilen 17 ağustosla, büyük depremle ilgili ne yapıldı? Kendi güçleriyle belgesel çalışmalar yapan fotoğrafçılardan, sinemacılardan bu belgeseller toplanıp doğru düzgün bir katalog mu basıldı? Bir belgesel çalışma mı yapıldı? (Deprem dede çocuk filminden başka) Ama reklamlar yapıldı yapılıyor. Anmalara da internetten indirilen fotoğraf fotokopileriyle bir iki sergi ve bir iki sinevizyon tamam. Şimdiye kadar depremin bir müzesi kurulmalıydı, oysa ki…Ama dedik ya Sosyal devlet!
Geçen haftalarda, Sevgili Sennur Sezer abla Evrensel de bir yazısında bu ülkeye adalet anıtları dikmeli diyordu. En başta meclisin karşısına. Evet  bu memleketin gerçekten adalet anıtlarına ihtiyacı var. Başta meclis olmak üzere tüm devlet ve belediye binalarının önüne “17 ağustosu unutma” yazan. İnşaat yapılmayacak yere inşaat yaptıran, Kontrolör diye her sabah kaçak yapı avına çıkan ve işini bilen memur rolünü oynayanlar, Halktan vergi diye toplayıp halka suyunun suyunu verenlere karşı, Yoksulları kentlerden kovup yerlerine finans ve sanat merkezleri yapmanın aracı olarak depremi kullananların yüzlerinin kızaracağı adalet anıtları dikmenin zamanıdır…
Evet  DEPREM İÇİN SAAT ÇALIŞMAYA DEVAM EDİYOR!..diye uyarıyor Oğuz hoca. Tik takları duyuyormusunuz.? O çoook güvenli milyon dolarlık evlerinizin dışında da depreme yakalanabilirsiniz beyler, bayanlar …
Bu yıl Redfotoğraf olarak, yine en iyi bildiğimiz işi yapacağız. Deprem fotoğrafları ve belgesel gösterimleri organizasyonu yapıyoruz. 17 aralık 2009 saat 17.00 de Bakırköy Özgürlük meydaninda  ve öncesinde MAG. Yani Mahalle afet gönüllüleri  ile deprem bölgelerinde sergimiz dolaşacak. Bu vesile ile elinde depreme ilişkin fotoğraf olanların bizimle paylaşmalarını istiyoruz. Bu çalışmada başta büyük gayret gösteren Bakırköy afet işleri sorumlusu Özden Işık hanım olmak üzere, Yine bilgi ve deneyimlerini ortaya koyan Oğuz Gündoğdu hocaya ve Demokratik kitle örgütlerine kendi adıma teşekkür ediyorum.
Yine fotoğraf çalışmalarımızı duyup aninda yanıtlayan Ali Nabi Kıran, Dora Günal ve Murat German’a teşekkür ederken, sergide yer alacak çalışmalarından iki örnekle sesimize ses katılmasını beklediğimi hatırlatıyorum.
Bol fotoğraflı haftalar…

Fotoğraflar: Murat German







Fotograflar: Özcan Yaman