Translate

Bu Blogda Ara

51- Duvarlar-Özcan Yaman-Evrensel-31 Ocak 2010



DUVARLAR

Günlük hayatta çokca kullanırız, duvar kelimesini. Engel, Sınır, kavramları arasında  bir yerlerdedir. Aynı zamanda bir korunma alnıdır da. Mekanlarımızın sınırlarını oluşturur duvarlar. Mesele nasıl hissettiğimiz yada duvarların çekilme nedenleridir. Filistin’de devasa duvarlarda İsrail kendi alanını çizerek bir sorunu çözdüğünü zannederken, Filistin bir ablukanın ve tecridin kıskacında inletiliyor. Peki duvar dediğimiz sert betonlarmıdır yalnızca? Hapishaneler birer tecrid mekanları olarak bir sürü bir sürü duvarlardan yapılırken içerdekiler ve dışarıdakiler arasında da bir sınır ve tecridin nedenidir. Hukukun ve adaletin eksikliği de gizli bir duvar değimlidir? Bireysel ve toplumsal yaşamımız sürekli duvarlarla örülüdür. Yaşam, görünür veya görünmez  duvarları aşma amacıdır beklide.
İçimizdeki ve dışımızdaki duvarlarla mücadelemiz , bizlerin bir yerlerden bir yerlere gitme yolculuğumuzdur aslında.  Duvarları yıktıkça karşılaştığımız yeni duvarların, yeni yol ve yöntemlerle yok edilmeleri esas oldukça umut hep var olacaktır.

Çektiğimiz fotoğrafları bir başka dille ne kadar anlatabiliriz. Yani yorumlayabiliriz.? Yada duygu ve düşüncelerimizi nasıl fotoğrafla anlatabiliriz.? Daha öncede Semra Arslan arkadaşımızın ‘Gelin Görun’ isimli  şiiriyle birlikte yolladığı fotoğrafı paylaşmıştık.
Bu hafta sevgili Sevil Tunç arkadaşımız ‘Duvar’ konusunu işlemiş. Fotoğraflamış ve öyküleştirmiş. Sizlerle bu güzel öyküsünü paylaşırken çalışmalarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak isterim. Fotoğraf, düşünce ve önerilerinizle daha güzel sayfalar yapmak üzere…
DUVAR
Sevil Tunç

            Zamanla gördüklerimiz ne kadar da değişiyor.Bazen gördüklerimiz değişiyor bazen de farklı baktığımız için bize değişik geliyor.Ancak bizde veya bizim dışımızdakilerde sürekli değişen bir şeyler var.Dün çocuk gözüyle gördüklerimiz; gördüklerimize çocukça yüklediğimiz anlamlar bugün ise bize farklı bakış açıları kazandırabiliyor.
           Benim çocukluğumun geçtiği yer çiftlik diye adlandırabileceğimiz, etrafı duvarlarla ve dikenli tellerle çevrilmiş genişçe bir arazi.Anne ve babamın işi nedeniyle ikamet ettiğimiz bu çiftlik benim dünyamdı. Ayağımı basmadığım tek bir noktası kalmamıştır bu arazinin.Bu koskoca arazide yalnız geçen çocukluğumu daha eğlenceli hale getirebilmek için türlü türlü oyunlar bulurdum kendimce. Sahip olduğum bu uçsuz bucaksız oyun alanı içinde birgün yepyeni bir oyun buldum. Dünyamı çepeçevre saran duvarları takip etme oyunu… Duvarlara paralel yürüyerek bittiği yeri bulmaktı amacım. Böylelikle duvarlara parelel olarak yürümeye başladım bu şekilde çiftliği defalarca turladım. Bu yorucu gezintilerimin sonucunda duvarların bittiği yeri bulamamıştım ama çok büyük bir keşifte bulunmuştum.Çocuk yüreğimde hayretler uyandıran bir keşifti bu. Hazır betondan levhaların yan yana getirilmesinden oluşan bir duvardı ve yan yana geldikleri yerlerde boşluklar kalmıştı.Her ne kadar köpük kullanılarak doldurulmaya çalışılmışsa da köpükler zamanla aşınmış.Bu sayede duvarlarda bir sürü aralıklar ortaya çıkmıştı.İşte benim keşfimde bu aralıklardı.
             Büyük bir heyecanla duvarları tekrar takip etmeye başladım.Bulduğum her aralıktan hayretle dışarı bakıyordum bazen dakikalarca baktığım oluyordu.Her aralıkta farklı manzaralar farklı şeyler görüyordum.Bu keşif benim için zevkli bir oyun halini almıştı neredeyse her gün yaptığım tek şey buydu.Daha sonra gördüğüm her bir aralığın farklı bir dünyaya açılan kapı olduğuna karar verdim.Buna kendimi öyle çok inandırmıştım ki o kapıların açılmasını beklemeye başladım.Ancak kapılar açıldığında hazırlıklı olmalıydım geçeceğim genişliğe geldiğinde ne kadar açık kalacağını bilmiyordum.Bu nedenle her sabah kalktığımda ufak bi çantanın içine sığdırabildiğim kadar kıyafeti koyuyor evden çıkarken de mutlaka yanıma alıyordum. Akşama kadar o çantayla dolaşıyordum çiftlikte.Annem her akşam işten geldiğinde benim küçük çantamı öfkeyle boşaltıyor bunu bi daha yapmamam için sıkı sıkı tenbih ediyordu.Ama hiç anlatmıyordum neden böyle yaptığımı o da sormuyordu zaten. Tek hatırladığım her gün kıyafetlerimi düzeltmekten bıkmış olduğuydu.
            Bu oyunun ne kadar sürdüğünü tam olarak hatırlamıyorum. Ancak bir vesileyle o duvarların dışına çıktığım gün beni bu oyunum da sona erdi.Meğer benim farklı farklı dünyalarım gerçekte duvarların dışında kalan yerlermiş.Ne büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştı bu bende.Artık gitmek istediğim başka başka dünyalarım yoktu.Çocukça kurduğum tüm hayaller duvarların dışındaki gerçekle bir bir yıkılmıştı.Bu hayal kırıklığı kendi içimde bir küskünlüğe yol açmıştı günlerce evden çıkmadım.Komşu çiftlikte çalışan ailenin çocukları beni evden çıkarabilmek için uçurtma yapmışlardı.Uçurtmayı uçurabileceğimiz en uygun alansa çiftliğin dışındaki boş araziydi.Hep birlikte çiftliğin dışına çıkıp uçurtma uçurmuştuk.Bende büyük bi hayal kırıklığı yaratan o yerler uçurtmayı uçurduğum anda öyle hoşuma gitmişti ki rüzgarın sesi ve o rengarenk uçurtmanın gökyüzündeki salınışı hala zihnimde.
            Duvarları takip etme oyunundan arta kalan içimdeki bitmek bilmeyen gitme isteğidir.Gerçekler hayal ettiklerimiz kadar güzel olmayabilir ancak her gerçeklik de düşündüğümüz kadar kötü değildir.Hayallerimizin rahatlatıcı güzelliği her ne kadar bize tatlı gelse de gerçekliğin yarattığı özgürlük kadar lezzetli olamaz.Kendi içimizdeki duvarların dışına çıkma cesaretini bulabilirsek öğreneceğimiz ve yaşayacağımız o kadar çok şey olduğunun da farkına varabiliriz çocukluğumun bana öğrettiği en güzel şey bu.



Af
duvar duvar duvar
sana ne desem ki ah
incitmeden gözlerini mahkûmun
her taşını kırmalı bir bir
gerisi laf-ü güzaf

Nevzat Çelik

Fotolar

Fotoğraf: Sevil Tunç- 

 Fotoğraf .Sevil tunç- ışık



 Fotoğraf: Özcan yaman 

50-İMAJ YADA GÖRÜNTÜ ÇAĞI-Özcan Yaman-Evrensel-24 ocak 2010


İMAJ YADA GÖRÜNTÜ ÇAĞI

O GÜN GELİNCE
O gün bir gelsin bak, bize artık aç kalmak yok.
Geçeceğiz vitrinlerin, sergilerin önünden, küçülmeden. 
Portakalları yığacağım önüne senin, tepeleme,
şarapları yığacağım, etli börekleri, salamları. 
Elden geçireceğiz hepsini bir bir, unutalım diye
senin çektiğin acıları, benim gördüğüm işkenceleri. 
Sevgili işçi kadın, şapka yapan makine,
artık bu elbiseler kaça diye sorma. 
Kumaşı dokudun, elbiseyi diktin ya, giyinmek de hakkın.
Artık kunduracı da yürümeyecek yalnayak karda. 
İpekli gömlekler uçuracak bizi rüzgârda kuş gibi.
Lâfta kalacak sanma, taş çatlasa bunlar olacak. 
Bir kurtulalım hele tüm asalaklardan,
nasıl seveceğiz birbirimizi, şiirler okuya okuya! 
Çekip gidince soyguncular, bir başka dünya kuracağız.
Yaşamak neymiş, yaşamak, sen o zaman gör bak! 
 

Çeviri:  A.KADİR - Asım BEZİRCİ

‘Çağımız imaj çağıdır!.’ Bu cümleyi duymayan kalmamıştır herhalde. Diğer bir deyişle görüntü çağı. En son tüm Türkiye bu görüntü illüzyonuna tanık oldu. Yani İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti oluşunun görüntüsel şaşalığına . Pop müzikli, Arabeskli, Tasavvuf ve Mevlevi müzikle soslandırılan teknolojik ışıklı dans ve balon gösterileri. Sonuç: Para ve  teknolojinin kullanımının kültür adına sunuluşu. Yedi tepeli şehirmiş İstanbul hemde Dinlerin buluştuğu kardeşliğin olduğu bir şehir. Öyle sunuyordu Sütlüce’den sunucular.
Tasavvuf ve Mevlevilik vardı ama Ermenice, Rumca, Kürtce, Lazca müzikler yoktu.
Ve tabiî ki toplumun sınıfsal konumlanışına göre yapılan dağılım dikkat çekiyordu. Merkezden çevreye doğru da bu seçim kendini gösteriyordu. Taksim dururken Bağcılarda Tarkan neden konser versin değilmi? Mercan dede veya Zara  neden Taksim’de değilde Sultanahmette ve Bağcılarda konser veriyor? Çünkü sınıfsal konuma göre meydanlar, meydanlara göre konser verecekler sınıflandırılmıştır. Neyse lafı uzatmayalım.
Aynı saatlerde Tekel işçileri Ankara’da sokaklarda direniyorlardı.
Bir yanda emek ve ekmek mücadelesi diğer tarafta şaşanın kültür illüzyonu . Ama bir şey unutuluyordu. Gösteri ve şaşanın aydınlığı bir anlıktır ve anlık olan geçicidir. Tıpkı çığlık çığlığa sunulan havai fişekli gürültülü görüntüler gibi.  Haliçi havai fişekleri ile aydınlattılar ama sonra yine karanlığa gömüldü.
Günlük hayatımızda yavaş yavaş  bilincimizi yitirmemize yol açan devasa işitsel ve görsel bombardımanlarını zaman zaman sıçratmayı uygun görüyorlar. Bazen milenyum yılına giriyoruz , bazen yılbaşlarını bazende İstanbul kültür başkenti hikayelerini bahane ederek bilinç bulanıklığını pekiştiriyorlar. Takvimlerde günler bitmez. Yeni bahaneler uydurulur ve şaşaalı görsellik sunulur.. Teknolojik gelişimin, toplumun etkilenmesinde  ve yönlendirilmesindeki para ile olan ilişkisi sanatın ve kültürün piyasalaşması ve ticarileştirilip üst sınıfların becerebileceği işler olduğu bilinci kalıcılaştırılıyor. Ve çağımızda imaj/görüntü dünyasını, kapitalistlerin sunduğu gözlüğün ardından bakarak görmeye çalışıyoruz. Çünkü bu dünyanın imajını onlar yaratıyor. Gerçeği istedikleri gibi gösteriyorlar. Bunları haber olarak, bunları çok ciddi işler/ konular olarak, bunları sanat ve kültür olarak yapıyorlar. Bunlar ideoloik yapılanmalarının gereğidir.Sınıfsal çıkarlarına uygun olan ne varsa  imajlarını ona göre hazırlıyorlar.
Konuyu uzatmayalım.
Neler yapabiliriz diye soralım;
Elimizdeki mütevazi olanakları akılcı bir şekilde kullanmak. Olanaklarımızın kaynağını yaratan işçi ve emekçilerin önünü açmak. İnternetten-Kitaba, Gazeteye-Televizyondan , Dergiye-Sanatdan-Sokağa  kendi gerçeklerimizi haykırmak. Yani kendi imajımızı oluşturmak ve geliştirmek.
Bu satırları okuyan sizler diyeceksiniz ki bunları biliyoruz ve hep söyleniyor zaten. Doğrudur.
O zamanda pratik önerilerimi sıralayayım.
Her ne kadar bu konudaki düşünceler bu köşenin sınırlarını aşsada, belki işitenler olur düşüncesiyle yazmaya çalışayım.
Bugün insanlar, görselliğin anlık algılama gücüyle etkileniyor. Yıllar önce böyle değildi. Broşürler ve kitaplar önemliydi. Öyle bir hale geldi ki okunacak kitap bile görsel reklama ihtiyaç duyuyor. Başınızı sokağa çıkartın ve bakın. Her yer hareketli ve hareketsiz her nesne ayaklı bir reklam vede iletişim aracı. Eskiden belediye otobüslerinde yalnızca belediyelerin ismi ve kurumsal renkleri olurdu. Şimdi parayı verenin düdüğü çaldığı reklam araçları halindeler. Duvarlarda devasa büyüklükte fotoğraflar bize sırıtıyor. Cep telefonlarından kamusal alanlara hep bu kuşatılmışlık içindeyiz. Tüm bunların içinde işçiden emekçiden yana ne var? Hiç. Sabah evden çıkan işçi arkadaş  tüm bu görsel kirlilik içinden geçerek işine gidiyor. Gözünü ne kadar kapasa da  etkileniyor. Okula gitmek için evden çıkan genç aynı şekilde, Gezmeye giden insanlar aynı şekilde. Ancak varoşların sokaklarında ve popüler kültürün olduğu Beyoğlu gibi yerlerde ara sokaklarda Afiş ve Graffitilere rastlıyoruz. Yani aynı kentte yaşayıp iktidarın sokağında yürüyoruz, iktidarın otobüsüne biniyoruz. İktidarım görüntüsü ile yatıp kalkıyoruz.
Şimdi diyeceksiniz ki ne yapalım.? Her şey para. Bizim paramız yok. Yani biz davuluz onlar tokmak. İstedikleri sesi çıkartma gücüne sahipler.
Bir hayal kuralım;
Bizlerin sahip olduğu neler var? Büyük küçük içinde oturduğumuz binalarımız var. En azından emek örgütlerinin ki en başta sendikaların binaları. Araçlarımız var. Otobüslerimiz, minibüslerimiz var. Küçük de olsalar iş yerlerimiz var. Başka ne var? insan gücümüz var. Sanatçılarımız var, yaratıcı reklamcılarımız var. Şimdi bunları birleştirmek kalıyor.
Nasıl mı?
Diyelim TEKEL İşçilerinin direnişleri. Sınıfın ayakta olduğu ve her kesimin bir şeyler yapmaya çalıştığı dönemdeyiz. Öncesinde başlayan ve hala süren İzmir KENT A.Ş işçilerinin direnişi. Ankara dışına bu direnişler nasıl taşınır.? Kampanya yapılır. Öyle alışılmış imza kampanyaları ile basın açıklamaları ile değil. Bizim gerçeklerimizi yansıtan fotoğrafların yukarıda saydığım mütevazi olanaklarımızda kullanılmasıyla işe başlanabilir. Sendika binalarımızı düşünün cepheleri boylu boyunca grafik bir düzenleme ile sunulmuş fotoğraflarla kaplanmış. Sahip olduğumuz araçlar servis araçları aynı şekilde giydirilmiş. Sanat galerilerimiz velhaıl sahip olduğumuz alanlar sergilerle refleks geliştiren bir hızlılıkla gerçekleştirebilsek. Acaba etkili olamazmıyız? Burjuvazinin görmezden gelip geçtiği gerçekleri sürekli kendi sahip olduğumuz olanaklarla göstermeye çalışsak.
Bu konuda biraz örgütlerimizi zorlasak, en azından pilot uygulamalar başlatsak kısa sürede etkisini göreceğimizi düşünüyorum. TUZLA’da öldürülen işçilerle  yada SİLİKOZİS işçilerinin bu şekilde toplumun dikkatini çekecek çalışmalarla sunulması sayfalarca yazmamıza, paneller ve sempozyumlarla yaptığımız etkinliklerden daha fazla etkili olacağını söylüyorum. Ankara’da AFSAD, TEKEL direnişiyle ilgili bir fotoğraf sergisi düzenlemiş. İyide etmiş.
Peki bu sergiyi diğer şehirlere taşımak bu kadar zor mu? Bir sendikanın bu  sergiyi branda baskılı uygun gezici sergi haline getirmesi bu kadar mı zor.? Bence değil. Bu işi bilen biri olarak söylüyorum . Hiç de zor değil. Örneğin bu sergiyi Büyük fabrikaların önünde açalım. Tuzla meydanında açalım birer gün sergileyerek dolaştıralım. Nişantaşına sokakta açalım. Yoksa zaten direnişin ortasındaki direnişçilere ve onlara desteğe gelenlere bu sergiyi açmanın yararı olmaz. Nişantaşı veya Beyoğlunda lüks kafesinde günün moda filmini izleme saatini bekleyenlerin gözüne sokmamız gerekmiyor mu? İşte tamda Avrupanın başkentinde bu gerçekleri sunmamızın zamanıdır. Tersinide yapmamız gerekiyor. Bu rjuvaların yaşamlarından mekanlarından kareleri direnişlerin olduğu bölgelerde sergilememiz gerekiyor. Direnişçilere siz burada direnirken onların dünyası bu diyebilmeliyiz. Bunlar fotoğrafçıların yada sanatçıların güçlerinin üzerinde işlerdir. Bunları organize edecek başta sendikalar olmak üzere emek örgütleridir. Bu örgütler çağrıda bulunacak fotoğrafçılar ve sanatçılar bu çağrıya ses vereceklerdir. Yine pratikte redfotoğraf bunu küçük bir uygulama olarak göstermiştir.
Evet burnumuzu burjuvazinin yarattığı imaj dünyasının içine sokup karıştırmanın zamanıdır.
Kendi gerçekliğimizin imajını oluşturmamız ve burjuvazinin gözüne sokmamız gerekiyor. Hemde onların araçlarıyla. İşçi sınıfının moral motivasyonunu yükseltmek ve görüntünün sağladığı algılama ve düşünme kanallarını geliştirme adına .Ne diyorsunuz imkansız mı?

 FOTOĞRAFLAR

 Fotoğraf: Özcan Yaman
AKEPE hükümetinde Tekel direnince sahip çıkıyormuş gibi davranan CEHEPE ‘ye sormak lazım
İzmir KENT A.Ş’ de direniyor niye görmüyorsunuz?
 

2-)  Fotoğraf: Selçuk Alp (redfotoğraf)
TEKEL Direniyor!

 

49-BOZUK DÜZENDE, SAĞLAM ÇARK OLMAZ!-Özcan Yaman-Evrensel -17 ocak 2010

BOZUK DÜZENDE, SAĞLAM ÇARK OLMAZ!

Son günlerde medya işi gücü bıraktı Bedrettin’e kafayı taktı. Kim mi Bedrettin? 5 yaşında dövülerek ve işkence edilerek Haliç köprüsü üstünde bulunan mendil satıcısı çocuk. Canlı yayın araçlarıyla hastane önünde nöbet tutup bizi aydınlattılar. Gazeteler manşetten konuyu bizlerin ilgi ve şefkatine sundu. Sağolsunlar.
Önceki hafta ise Esenler’de bir tinercinin işlediği cinayeti aynı duyarlılıkla orada da gösterdiler. Merak etmeyin bir, bilemediniz iki ay içinde unutulur gider. Yarın hastanede rehin kalan zavallı bir bebek konu olur. Ya da evlatları tarafından sahip çıkılmayan bir yaşlının içimizi dağlayan zavallı görüntüsü. Toplum acıma duygularıyla yumuşatılır. Suçlular bellidir. Çocuklarına sahip çıkmayan anne babalar, Çocukları kullanan mafya, çeteler hatta terör örgütleri! Devletin şefkat eli hemen uzanır ve yaralar sarılır. İşte sosyal devlet!

Aslında hepsi münferit. Bu ülkede işkence yok! Son olarak bildiğimiz Engin Ceber zaten teröristti münferit olarak öldürüldü. ( İşkenceden yargılananların hala maaş aldıkları da aslında devletin sosyalliğinden kaynaklanıyor.) Gözaltında kayıplar yok! 12 yaşındaki Uğur Kaymaz onüç kurşunla kendi kendini öldürdü.( Öyle ya cezalandırılan olmadığına göre) Ceylan Öncel kendini havan mermisiyle parçaladı. Hem sonra toplumun hassasiyetlerini dikkate alarak rapor hazırlayan Adli Tıp ne güne duruyor. Küçük çocuklara tecavüz edenler aslında sosyal devletin korumasında olmalılar, Toplum o konuda hassatır. Kızlar bu toplumda küçük yaşta evlendirilir bunda büyütülecek bir şey yok. Hem benim annemde 15 yaşında kocaya gitmiş! Linç diye bir şey yok. Trabzon, Eskişehir son olarak Edirne ve Çanakkale’de olanlar halkın hassasiyet göstermeleridir. Romanlar zaten göçerlerdir. roman konusu olabilmeleri için ikna edilerek başka bir yere gönderildiler, olanlar münferittir, bir sigara yüzünden çıkan meseledir. Yoksa devletin ikna gücü ile göçmüşlerdir. Yani sosyalleştirme politikasıdır. Zaten bunların tersi  sosyal bir hukuk devletinde olmaz. Anayasa açıkca yazmıyor mu “Türkiye sosyal bir hukuk devletidir” diye

Üretilen toplam gelirin % 75 ini %15’lik üst gelir grubu, üretilen toplam gelirin %20’sini toplumu oluşturan alt gelir (doğrusu gelirsiz) %75 paylaşıyor. Aradaki % 10 orta sınıf tarafından paylaşılıyor. Evet işte bu sonuçları doğru okuyabilirsek, Bedrettin’in neden dövüldüğünü, neden devletin ASOSYAL olduğunu da çözeriz. . ve ilerde artan Bedrettin’leri görünce kanıksayalım, alışalım diyedir şimdilerde duygulara seslenmeleri.
Vicdanlarla oynayarak, vicdansız bir toplum yaratmanın yolunu yapıyorlar.
Kendi bataklıklarını ıslak tutup, sivrisinek ürettiriyorlar. Sonrada sivrisineklerle mücadele ediyorlar. Ne adına Sosyal devlet! Hangi sosyal devlet, Olsa olsa ASOSYAL devletten bahsedilebilinir.

Burada iktidarın, Algıda gerçeği nasıl çarpıttğını ve  fotoğrafı, ideolojik olarak, nasıl kullandığını görüyoruz. Olgular ortada, Fotoğraflar gerçek fakat doğruluk nerede? Hakikat nerede? Yani vicdanlara kim sesleniyor? Bu soruların sorulması gerekiyor.

Aylardır İstanbul Avrupanın Kültür Başkenti oluyor oldu derken şaşalı kutlamalarla steril kültür şırınga etmeye başlayanlar milyon dolarlık bütçelerle oynaya dursunlar, Tarlabaşın’da,  Dolapdere’de, Gazi Mahallesinde ve İstanbul’u İstanbul yapan varoşlarda halk kendi kültürüyle oynuyor. Halay çekiyor, Horon tepiyor seslerini duyuyor musunuz?

Kentsel Dönüşüm diyerek rantsal dönüşümünü sağlayanlar, Bayram edin. Tinerciler, mendil satıcıları, dilenciler insanlık dramı içinde çırpınıyorlar bazıları ölüyor, bazıları sürünüyor. Hem bu durum dünya finans ve sanat merkezi olacak olan İstanbul’a yakışmıyor. Avrupa’nın Kültür Başkentinin yüzünü kızartıyor. Kovun bu kentin sahiplerini İstanbul’un merkezinden. Metrobüslerle kentin uzağındaki yerleşimlerine ulaşsınlar, girmesinler Taksime, Nişantaşına . Hem metrobüs hatlarını uzatın parasını da zaten onlar ödüyor. Hem de hizmet gördük ! diyerek oy filan da verirler…
Siz AKM’yi yıkmaya çalışın. Devasa Kongre merkezleri yapın. Alt katları şöyle giyim kuşam satan, üst katları fast-food larla orta katları bankalar ve sevimli sanat galerileriyle doldurun. Ha otoparkları unutmayın!
Yer kalırsa da her amaca uygun Tiyatro miyatro oynanacak bir alan yaratın. Sonra da bunları sanat ve kültür fonundan nemalandırın. Malum yemek-içmek, giyim-kuşam zaten sanat demektir. Ha 1 Mayıs’ta kapatın Taksim’i, Açın Kültür Başkentinin Taksimini Tarkan’a. (Pardon zaten Tarkan konser vermişti)

Sonunda beklenen güzel haber geldi.AKM yıkılmaktan kurtulmuş? Demek ki hak ve hukukun da işlediği oluyormuş. Buradan yıllardır mücadele eden başta Mimarlar odası, KESK Kültür ve Sanat Sen, olmak üzere bu mücadeleyi yürütenlere selam olsun. AKM nin yakınında bulunan İTÜ-Yıldız Üniversitesi dururken, Sakarya Üniversitesinden görüş isteyerek amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlere (belki zaman aşımından, belki bilirkişilerin zaaflarından yararlanmayı düşünürken)  verdikleri raporla onurlarına onur katan bilim insanlarına da selam olsun.
Bu arada, acaba Avrupanın Kültür Başkentinin Taksimi, 1 Mayıs’ı nasıl karşılayacak?
Ben bilmiyorum ama Tekel işçilerinin kararlılığı ile işçi sınıfı Taksim meydanına girer gibi görüyorum. Ve artık zamanıdır görüntüleri doğru okumanın. Ve artık zamanıdır fotoğrafın gerçek gibi gösterilenlerin ardındaki hakikatleri göstermesinin…ne demiş Pir Sultan “Bozuk Düzende, Sağlam Çark Olmaz!”


FOTOĞRAFLAR


1-    UTANMA ÇOCUK!  

Bu fotoğrafı 27 temmuz 2009 da Zincirlikuyu üst geçidinde çekmiştim. 
Fotoğraf çekildiğini fark edince utanıp arkanı dönmüştün. Sen Bedrettin miydn? Gerçi değilsen de ne fark eder sokakları Bedrettin dolu bir ülkede yaşıyorsun. Utanması gerekenler  seni bu hallere düşürünler…




48- SELAM OLSUN TEKEL DİRENİŞCİLERİNE!-10 Ocak 2010-Evrensel



SELAM OLSUN TEKEL DİRENİŞCİLERİNE!
Bu hafta Tekel İşçilerinin Direnişlerini selamlıyoruz. Aziz Genç arkadaş gönderdiği yazı ve fotoğraflarla özelleştirilerek peş keş çekilen, kamu kurum ve fabrikaların kreşlerini belgeleyerek, ne hale getirildiklerini bizlere gösteriyor. Polat Çağlayan arkadaşımızın Ankara’da tanık olduğu Tekel direnişinden fotoğrafları paylaşıyor. Fatih Pınar ise hazırladığı multivizyonla Tekel direnişini bilgisar üzerinden bizlerle paylaşıyor. Beğeneceğiniz bu film çalışmasını http://www.ntvmsnbc.com/id/25040194/ adresinden izleyebilirsiniz. Ayrıca
Başak Çocuklarından Renkler ve Sesler Fotoğraf Sergisi
09-14 Ocak 2010 tarihlerinde İDO  (Kadıköy) Sergi Salonunda…
Başak Sanat Vakfı, 2002 yılından bu yana, Sanatın elit bir kesimin elinde olduğu gerçeğinden hareketle,  başta yoksul, yoksun çocuk ve gençlerin sanatsal beceri ve yeteneklerini açığa çıkarmak, yönlendirmek ve katkı sunmak amacıyla vakıf merkezini kentin göbeğinde değil, kentsel kültürün kıyısında diyebileceğimiz bir semtte  Kayışdağı’ nda  kuruldu.. .İssizlik, iç  göç olgusu , eğitimsizlik, sosyal güvenceden yoksun olma ,  yaşadığı kente  adapte olamama, güvensizlik, gelecek kaygısı gibi  sorunlar yaşayan insanların sorunlarına el uzatan vakıf şimdiye kadar gerçekleştirdiği etkinliklerden derlediği fotoğraf sergisi ile izleyenlerin karşısında.
Başak Sanat ve Kültür Vakfı çocuk ve gençlerin sağlıklı bireyler olarak üretime yönlendirilmesini; kültür ve sanat alanında bilimsel inceleme ve araştırmaların yapılmasını amaçlıyor. Bu amaçlar doğrultusunda katkıda bulunmak isteyenleri bekliyor. Daha geniş bilgi ve iletişim için: www.basaksanatvakfi.org.tr




 - Fotoğraflar: Polat Çağlayan
……………………………………………………………………………………………….
Ne için mücadele ediyoruz?

Aziz Genç Fotoğrafçı

İnsanlar “su”ya yakın bölgelere yerleşim merkezleri kurmuşlar tarih boyu. Sanayinin gelişmesiyle birlikte giderek “ekmeğe” yani fabrikalara ve üretim alanlarına yakın bölgeler yerleşim yeri olmuş. Öncelik sonralık ilişkisi her örnekte aynı olmasa da bazı fabrikalar bulundukları semtin, ilçenin hatta bazen ilin doğasını belirlemiş. Birol Üzmez’in başından sonuna çok güzel bir şekilde fotoğrafladığı 1991 grevinde yürüyen yalnızca maden işçileri değil, Zonguldak’tır. Özellikle Paşabahçe Cam olmak üzere Tekel ve Beykoz Kundura fabrikaları da Paşabahçe’nin, hatta Beykoz’un hayatını şekillendirmiştir. Bu üç fabrikanın işçileri çoğu kez aynı mahalleleri paylaştılar. Bu durum birlikte yaşama, birlikte mücadele ve dayanışma kültürü yarattı. Çalışma alanlarıyla yaşam alanlarının iç içeliği yalnızca işçiler arasında değil aileleri ve semt halkıyla ortak bir mücadele geleneğinin oluşmasına yol açtı. Bu fabrikalardan birindeki grev veya direniş diğerlerini de harekete geçirdi. Üstelik sadece işçileri de değil ailelerini ve semt halkını da.
Derken ansızın tarih tersine akmaya başladı. Paşabahçe Cam, Kundura ve ardından Tekel fabrikaları özelleştirme yoluyla satıldı ve tam da satılma amacına uygun olarak fabrikalıktan çıkarılarak değerli arsaları ile yapılabilecekler düşünülmeye başlandı.
2008 yazında 3 arkadaş Paşabahçe bölgesinde kapanan fabrikaların şimdiki durumları hakkında bir fotoğraf çalışması yapmaya karar verdik. Elbette Paşabahçe de sona erenin sadece fabrikalar olmadığı, yılların mücadele geleneğine sahip Paşabahçe’nin, işçisiz, sınıfsız bırakılarak bambaşka bir çehreye sahip olduğunun da farkında olarak…
Paşabahçe Tekel Fabrikası kreşi ne sabaha karşı yaptığımız “davetsiz” bir ziyaretle başladı çalışma ve maalesef Rakı fabrikası, Kundura ve Cam fabrikalarının yerinde yeller estiği gerçeğiyle sona ermek zorunda kaldı. Bir bakıma oldukça geç kalmıştık.
Şu günlerde Ankara’da ki direnişleriyle tekrar gündeme gelen Tekel işçileri ve özelleştirmenin değiştirdiklerini sunmak adına fotoğrafları paylaşmak istiyorum.
Yataklarda, oyun odalarında çocuk sesleriyle dolu, cıvıl cıvıl bir kreşin nasıl “insansızlaştırıldığını” ve harabeye dönüştürüldüğünü görmek iç burksa da, ortalığa saçılmış kimliklerden orada kalanların şimdi 18 yaşlarında, belki de Ankara da ailelerinin yanında olduğunu bilmek umudumuzu arttırıyor. Mücadelemiz emek ve insana dair herşeyin güzelleşmesi için. Sınıfla içiçe, sınıf bilinciyle büyüyüp serpilecekler için...
Kapanmış Paşabahçe Tekel Fabrikasının Kreşinden fotoğraflar ekte.
Selamlar,

…………………………………………………………………………………………………….




Fotoğraflar: Aziz Genç






   




47-YILIN BAŞINDAYIZ, HAYDİ HAYIRLISI.-03 Ocak 2010-Evrensel


YILIN BAŞINDAYIZ, HAYDİ HAYIRLISI.

 Bir yılı daha geride bıraktık. Hepimiz bir yaş daha yaşlandık yada büyüdük. Bunu da kimimiz şaşalı kutlamalarla yaşadık, kimimiz üçbeş kuruş daha kazanarak aile bütçesine katkı yapmaya çalıştık. Yılbaşı gecesini Şirinevler köprüsü ile Ataköy arasında geçirdim. Elindeki son yılbaşı süslerini ve çiçeklerini satmaya çalışan çocuklar, kadınlar, adamlarla konuştum. Fotoğraf çekmeye çalıştım. Fotoğraf makinasını görünce korkuyorlardı. Sanki metronun gizli kamarası iş başında değildi. Kimisi kibarca beni uyardı “Abi başına bir şey gelmeden çek git.” diyordu.
Sonuçta, iyisiyle kötüsüyle bir yılı daha devirdik. On yıl önce 2000’e girerken Milenyum çağı diye ortalık yırtılıyordu. İşte o yıllarda 19 Aralık 2000’de, sözde hayata dönüş operasyonlarıyla tarihe bir katliam daha yazılıyordu. İnsanlık, tarih boyunca hep katliamlar yaşadı. Yeni katliamlar olmasın dedik ve diyeceğiz. Tam 31 yıl oldu. Çorum- Maraş katliamı hala dün gibi. Üç gün üç gece süren katliam geçmişte kara bir leke olarak duruyor. Tarih sayfaları o kadar katliamlarla dolu ki takvim yapraklarının her günü bizleri hüzne boğuyor. Her hüzün nefreti, her nefret dirençi, her direnç mücadeleyi önümüze bir görev olarak koyuyor.
Yılardır yok sayılan Kürt halkının mücadelelerle kazandığı haklar, açılım denerek ‘sadaka kültürü’ içinde sanki, iktidar tarafından bahşedilen haklarmış gibi sunuluyor. Ne var ki Kürt halkı neyin mücadelesini verdiğini biliyor. Neoliberal politikaların uluslar arası dayanışmasının zorunluluğu olarak verdiği sömürü için böl-parçala-yönet taktiği artık bayatladı. Eğer bir savaş varsa barış ta savaşan taraflar arasında olur. Duyarlı halk kesimleri ancak buna destek sunabilir.
Bu kara günlerde canları pahasına fotoğraf makinalarıyla tanıklıklarını ortaya koyan ve bu katliamları belgeleyen fotoğrafçılara şükranlarımı sunuyorum. Çünkü unutmak ihanettir! Bize o günleri çektikleri karelerle her daim hatırlatan, fotoğrafçılar ve fotoğraflar tarihsel, belgesel görsel bir bellek oluşturmuşlardır. Her ne kadar geçen gün ömürden olsa da, eksilen her günün özgürlüğe ve güzel günlere olan mesafenin kısalmasındaki katkısını unutmayalım. Dünü bu güne ve bu günü yarına bağlayacak olanlara ne mutlu…
Ve günlerdir süren Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişlerini fotoğraflarla sergiye dönüştüren AFSAD ‘a selam olsun. Toplumsal duyarlılığı sergiye taşıyan ve bu serginin açılabilmesi için katkılarını koyan kitle örgütlerinin bu örnek dayanışma ruhunun ülke geneline taşmasını diliyorum.
Yeni bir yılın hepimize başarılar ve mutluluklar getirmesi dileğiyle…

…………………………………………………………………………..
FOTOĞRAFLAR

Fotoğraflar (1-2-3-4): Özcan Yaman

2009’un son gününün son dakikalarında saat 23.30 sıralarında Şirinevler köprüsü üstünden kareler….