Translate

Bu Blogda Ara

74- FOTOĞRAF VE SANATA DAİR…Evrensel-25 temmuz 2010-Özcan Yaman






FOTOĞRAF VE SANATA DAİR…
“…Estetiğimizi …mücadelemizin gereksinimlerine göre yönlendiririz.” (B.BRECHT)


Çoktandır Murat Yaykın’ın Birgün’deki  yazısına ilişkin düşüncelerimi yazmak istiyordum. (Zanaat sanat olunca, belgesel fotoğraf/çı -13 mayıs 2010)
Önce Murat’ın ne dediğine bakalım;
“18. yüzyıla kadar sanat zanaatla eşdeğerdi. Aynı kökten gelen bu iki kelime Avrupa’da sanatın türediği kök Hint-Avrupa dil kümesinde düzenleme ve bitişme düşüncesini dile getiren ar kökünden türemiştir. (O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü) Avrupa dillerinde sanat anlamını dile getiren art sözcüğü, aynı zamanda “zanaat”ı da içerir. Sanat ve zanaat kavramalarının birbirinden ayrı kullanımı kapitalizmin palazlanmaya başladığı dönemdir. Yabancılaşma ile birlikte sanat ürünü üreticisine, üreticilerin de birbirlerine yabancılaştığı süreçtir bu. Zanaat bu dönemde maddi gereksinimi karşılamak amacıyla gerçekleştirilen küçük ölçekli üretimin adı, sanat ise 18. yüzyıldan başlayarak kendisine biçilen ilerici, değiştirici, dönüştürücü konumu zaman içinde kapitalizmin ekonomik ve siyasal küresel yayılmacılığının araçlarından biri olmuştur…. Ancak burada belirtmemde yarar var; -birçok fotoğrafçıyı karşıma alacağımı bile bile söylüyorum ki- belgesel fotoğrafın sanat olarak değerlendirilmesi yanlıştır. (Haber ve bilgilendirme niteliği taşıyan yazının -estetik değerler içeriyor olsa bile- sanat eseri sayılamayacağı gibi.) Estetik olabilir, ancak her estetik durum sanat değildir, fotoğrafçısını da fotoğraf sanatçısı yapmaz….”

Nedenlerini ise şöyle açıklıyor.
“…Belgeselin sanat eseri olarak nitelendirilmesi kapitalizmin işine yarar. Nasıl mı? Bir sanat eseri gibi belgeseli de kapitalizm meta değerine indirger. Walter Benjamin’in sanat eserinin biriciklik değeri belgesel fotoğraf için de koleksiyonerler tarafından kaç adet üretileceği sorusuna dönüşür ve sözleşmelere tabi kılınır. Fotoğrafın içerik değeri değil de tek ya da az sayıda üretilmiş olması daha önem kazanır. Oysa fotoğrafın çok sayıda üretimi doğasında vardır. Yağlı boya resmin tıpkısının üretilemeyeceğini bilen koleksiyoner fotoğrafın sayısız kopyasının yapılabileceğini bilmemesi mümkün değildir. Ancak yine de müze ya da galerilerde değer biçilir.
Bir başka problemde günümüzde, 20. yüzyıla ait belgesel, sosyal belgesel fotoğrafları ya da toplumsal gerçekçi fotoğrafları yalnızca o döneme sıkıştırılmış belki de geçmişe özenilecek bir değer atfedilerek değerlendirilmeye başlanmıştır. Fotoğrafçılarını ise birer kahramanlaştırılmış/ikonlaştırılmış kişiler olarak görürler. Bugün göstergelerin kullanımından, biçimsel özelliklerinin belirlenmesine kadar pek çok nokta birbirinin benzeri tekrarlardan oluşmaktadır. Belgeselde bile artık ne anlattığınız değil, güzele öykünen görüntüler önemli olmuştur. 20. yüzyılın bir derdi olan fotoğrafçılarının yerine toplumsal sorunlara eğilmeyi bir çeşit bağnazlık sayan, sistem içine dâhil olduğunun farkında ya da değil ama rahatsız olmayan fotoğrafçılar çoğalmıştır. Sınıfsal zeminini (küçük)-burjuvazide bulan bu ideolojik tutumla, toplumsal olandan uzak duran fotoğrafçılar, böylelikle neo-liberalizmin kaygan zemininde küçük-burjuva sanatçısı olarak yerini almaktadır…”

Tamam bu tehlikeler doğrudur. Yalnızca belgesel fotoğraf için değil diğer tüm sanat dallarınıda kapsıyor. O zaman bunun karşılığı olarak sanat kavramını terk etmek mi gerekiyor? Yani işin özünü kaçırmayalım zanaat kavramında üretime dönük yüzüyle kalalım demek ne kadar doğru olabilir.?

Murat’ın yazısında hem katıldığım hem de katılmadığım yanlar var. Sanat kavramının işlevi ve sanatın ne olması gerektiği konularında eksiklik olduğunu düşünüyorum. Sosyal değişimler beraberinde yeniliklerde getirir. Ki bu yenilikler  hakim olanın iktidar dili kurmasına ve ideolojik çıkarlarına göre kurgulanır. Bu anlamda yalnızca sanat değil daha birçok kavram hayata girmiştir. Mesele sosyal dönüşümler (iyi yada kötü) sonucu ortaya çıkan sonuçların anlam ve içeriğinin değiştirilip dönüştürülebilir olup olmama sorunudur. Burada yaklaşımımızın ideolojik yani sınıfsal temelli olması gerekiyor. O zaman konuya –burada fotoğraf hatta belgesel fotoğraf- Sanatın sınıfsal anlam ve içeriği ile sosyalist literatüre göre değerlendirilmesi gerekiyor. En kaba ayrımla, Burjuva sanat anlayışı ve Sosyalist sanat anlayışını karşılaştırmamız gerekiyor. Murat, Burjuva sanat anlayışı ile içeriği doldurunca doğru demekten başka çare kalmıyor. Oysaki Sosyalist sanat anlayışıyla nasıl olmalının da cevabı verilmeliydi, diye düşünüyorum. Sovyetler zamanındaki sanatsal yaratı ve sanatın işlevinin zanaatla olan organik bağlılığını görmezden gelemeyiz. Toplumsal ilerleme burjuva sanat anlayışını sosyalist sanat anlayışına dönüştürür. İktidar olan kavramların değişmesini de sağlar. Sosyalist bir iktidarda halkın çıkar ve gelişimine göre bu değişim kendini gösterir. (Doğrusuyla yanlışıyla küçük bir deneyim olarak SSCB ve diğer sosyalist ülkelerde olabilirliği kanıtlanmıştır.) Fotoğrafçı, azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarında,  muhalif ve alternatif ise  üzerine düşen kendi dilini dahası kendi ideolojik literatürüyle kavramları anlamlandırıp görünürlüğünü sağlamak zorundadır. Sanat kavramını burjuva literatürüne göre değerlendirmek ve fotoğrafı muhalif diliyle ve gerçekçiliği ile özellikle ‘belgesel fotoğrafı’ işlevi bakımından tanımlamak ve ‘sanat değildir!’ Demek bana doğru gelmiyor.
Sanat nedir- Ne olmalıdır? ile Fotoğraf nedir- Ne olmalıdır? Sorularının sorulup, birlikte değerlendirilmesi gerekir. Yöntem sorununun çözümü bu sorulara verilecek yanıtları da netleştirecektir. Murat’ın çözümleme yöntemiyle bir çok sanatçıyı nereye oturtabiliriz? Nesnel gerçekliğin yorumsuz aktarılabilmesi mümkün müdür? Bu ve buna benzer bir çok soru da gelir.
Ben belgesel fotoğraf da, sanat fotoğrafı olabilir diyorum.(her belgesel fotoğraf sanat eseridir demiyorum!) 
Son olarak Murat’ında alıntı yaptığı Walter Benjamin’in  “Tekniğin olanaklarıyla
yeniden üretilebildiği çağda sanat yapıtı” kitabının önsözünden bir alıntıyla bitireyim.
…Üstyapının altyapıdakine oranla çok daha ağır tempoyla gerçekleşen köklü değişimi, üretim koşullarının geçirdiği değişikliklere kültürün bütün alanlarında geçerlilik kazandırmayı ancak yarım yüzyılı aşkın bir zaman içersinde başarabildi. Bunun ne yoldan olduğu ancak günümüzde açıklanabilmektedir. Bu verilerin, tanı niteliğindeki belli istemleri karşılaması gerekmektedir. Ancak bu istemlerle bağıntılı savlar, emekçi sınıfın siyasal iktidarı ele geçirdikten sonraki sanatıyla ya da sınıfsız toplumla ilgili savlardan çok, şu anda geçerli üretim koşulları altındaki sanatın gelişme eğilimleri ile ilgili savlar olmaktadır. Bu savların diyalektiği üstyapıda, ekonomide olduğundan daha az belirgin değildir. Bundan ötürü bu tür savların birer savaşım aracı olarak değerini küçümsemek yanlış olur. Söz konusu savlar -yaratıcılık ve deha, sonrasızlık değeri ve giz gibi- eskiden kalma birtakım kavramları saf dışı etmiştir; bu kavramların denetimsiz (ve şu anda denetimi güç olan) uygulanması, olgular dağarcığının faşist doğrultuda işlenmesi sonucuna götürür. … sanat kuramına yeni getirilen kavramların daha alışılagelmiş olanlardan ayrılan yanı, faşizmin amaçları açısından bütünüyle kullanılamaz nitelik taşımalarıdır. Buna karşılık bu kavramlar, sanat politikası alanında devrimci istemlerin dile getirilebilmesine elverişlidir. “
Belgesel fotoğrafçılara kolay gele derken konuya düşünceleriyle ve fotoğraflarıyla dahil olmak isteyenlerin katılabileceklerini hatırlatırım. Son sözü Walter Benjamin’e bırakalım: “…Faşizm politikayı estetize ederken, Komünizm sanatı politikleştirir..”
 


fOTOĞRAF: Willy Ronis
“Ben asla sıradışını aramadım.ve gözlerim onu görmedi.Kendimi her zaman günlük hayatın sıradan bir biçimde herhangi bir yerde, sıradan yaşamın mütevazi güzelliğinin içten ve tutkulu bir araştırmacısı olarak buldum.” WİLLY RONİS
Şimdi bu ekmekle koşan çocuk fotoğrafını belgesel bir çalışmadan bir kare olarak sayarsak yada belgesel/enstantene bir kare dersek,’ sadece ekmekle koşan bir fotoğraf mı diyeceğiz?’ ’Yada bizde uyandırdığı duyguyu da ekleyip Tarihsel ve toplumsal bir birikim var mı diyeceğiz. Ne olursa olsun bu belgesel kare sanat kavramı içinde değerlendirilebilir.







Fotoğraf: Lewis Hine, (Gazeteci çocuk)


73-Ha karpuz, Ha sanat sergisi-evrensel- 11 temmuz 2010-özcan yaman


Ha karpuz, ha sanat sergisi…

Bu hafta sergi diyoruz. Sergi deyince aklımıza hemen galeriler ve sanat geliyor. Sergi, göstermekle ilgilidir. Karpuz sergisi açılır, Resim sergisi açılır, Halı-Kilim sergisi açılır, Fotoğraf sergisi açılır. Vb..Peki sergi neden açılır? Sanat alanında üretilen işlerin, toplumla paylaşılması için. Yani serginin biçim ve içeriği amaçla doğru orantılıdır. Sergiler uygun olan her yerde açılabilir. Galerilerde, Sokaklarda, Meydanlarda…
Bilinen bir söz vardır. “Oyunu kuran, kuralları koyar!” Bu gün oyunu kuranlar, doğal olarak ta kurallarını koyuyorlar. Bizi burada sanat piyasası ilgilendiriyor. Yani açılan sergilerde sanat eserlerinin değeri, karpuz sergisi gibi para kazanmakla doğru orantılı hale getirilmiş. Sanatçı olabilmenin göstergesi, lüks galerilerde sergi açmak ve satmakla özdeşleştirilmiştir. Sergi mekanları olan galeriler sanat piyasasını yönlendiriyorlar. Bu mekanlar ya kamu alanlarıdır yada her alanda olduğu gibi özel kurum yada kişilerin açtığı mekanlardır. Aynı şekilde hiyarerşik bir yapılanmanın da göstergeleridir. Bu gün isim yapmış bir galeride, isim yapmamış bir sanatçının sergi açması o sanatçı adayının görünürlüğünün artmasının ön koşulunu oluşturuyor. Hayatın diğer alanlarındaki piyasalaşma bu alanlarda da kendini göstermektedir. Galeriler, görünürlüğün dolayısıyla sanatçıların para ile olan ilişkilerinin de düzenlendiği kurumlar olmuştur. Galeri sahipleri kimlerdir? Neden galericilik yaparlar? Bu sorulara yanıt aradığımızda sanat piyasasını oluşturmak, ekonomik ve ideolojik olarak piyasaya hakim bir yönlendiriciliğe sahip olma isteklerini görürüz. Bir banka, bir holding neden galeri açar? O büyülü kelimeler hemen dökülür; Sanat ve kültüre katkı.! Ticari hayattan kazandıklarını bu alana yatırarak toplumsal sorumluluk ve görevlerini yerine getirmek. Ve daha bir çok süslü açıklamalar… Konuyu uzatmak mümkün kısa keselim, Sendikalar, Demokratik kitle örgütleri yada toplumun ticari ve üst gelir grubunun dışında kalan çoğunluğunun temsilcilerinin ideolojileri, sanat ve kültür alanında söyleyecek sözleri, özetle işçi sınıfının sanatı yok mu? Peki kimler uğraş veriyor.? Bir araya gelen sanatçıların oluşturdukları insiyatifler ve platformlar. Biliyoruz burjuvazi sanatın hamisidir. Çünkü sanatçıya para veren yönlendiren yaşamasını sağlayan onlardır. Yüz yıllarca da böyle olmuştur. Bu aynı zamanda sistemin devamlılığında önemli bir noktadır. Sorulması gereken hangi sınıfın çıkarına olduğudur.  Her alanda olduğu gibi, sanat kültür alanında da çoğunluğun kendini ifade edeceği alanlar açılmadıkça asla demokrasiden, özgürlükten bahsedilemeyeceğidir. İşçilerle sanatçıların birbirlerinden uzak olmasının suni dengesinin kırılmasının yolu emek örgütleriyle sanat örgütlerinin sorunları ortaklaştırmasından geçmektedir. Ekonomik ve demokratik mücadelenin yanına sanat mücadelesini de katmalarından geçmektedir. Sanat dediğimiz şey milyonlarca liraya satılan resimler ve şık galeriler değil, bu iktidarın dili ve piyasalaştırılan sanat endüstrisidir. Parası olan yatırımcı ve koleksiyonculara yönelik açılan sergiler toplumun büyük kesiminin hiç umurunda değildir ama medyasından sokaklara kadar bu sergiler görünür kılınarak işlenmektedir.  
O halde kendi medyamızı, kendi sokağımızı, kendi galerilerimizi yaşama sokmak ve desteklemek zorunluluğumuz vardır. Sanatçısına sahip çıkan sınıfın, sınıfına sahip çıkan sanatçıların yetişmesi emek örgütlerinin bizim de sanatımız var! diyerek demokrasi mücadelesinin ayrılmaz parçası olarak sahiplenmesiyle mümkündür. Evet sorunlar çok, Dertler çok ama biz çoğunluğun sesiyiz. Karpuz sergilerini en güzel biz açarız da, neden sanatsal yaratılarımızı sergileyemiyelim değil mi?











72-Açık alanlar ve görsel iletişim 2-Evrensel 4 Temmuz 2010-özcan yaman



AÇIK ALANLAR VE GÖRSEL İLETİŞİM-2-
( Geçen haftalarda birinci bölüm olarak ele aldığımız “Açık alanlar ve görsel iletişim” (13 haziran Pazar) ve araya bazı konular girdiğinden bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hatırlamak isteyenler Evrensel internet adresinden, Evrensel Hayat menüsünden ulaşabilirler.
Yazımızı şöyle bitirmiştik. “…Görsel iletişim demek, Hedef kitleye en kısa ve çarpıcı yoldan etki etmek, insanların beyninde bir yer tutmak ve yönlendirerek amaca ulaşmak demektir. Bunu da telif haklarıyla kutsanmış, bazen sanat adına  ama ille de reklam olarak metrelerce büyüklükte ve en son gelişmiş araçları kullanarak yaparlar.
Oysa ki “Biz de bu kentte yaşıyoruz ve bizim de söyleyecek sözümüz var”. Diyerek bu kamusal açık alanları kullanma hakkımız var!”)

Evet kamusal alanları kullanabilmek için, doğru bildiğimizi yapmak için, örgütlenmeye ihtiyacımız var. Var olan sınıf örgütlerini başta sendikalar ve meslek örgütleri olmak üzere,  sokağa çıkarmamız gerekiyor. Bu örgütlerin Sanat-Kültür komisyonları, Propaganda –ajitasyon merkezleri ne iş yapar? Yalnızca broşür ve bir çok yere asılamayan afiş midir mesele. Yada basın açıklamaları yeterli olur mu? Yukarıda saydık (13 haziran tarihli yazı) Şimdi meseleyi açalım:                                                                                               Fotoğrafçılar, özellikle belgesel fotoğraf alanında üretenler, büyük bir hevesle sarılıyorlar makinalarına, öğrenci, memur, işçi, işsiz ama fotoğrafçıdırlar. Kurslara giderler, atölye çalışmalarına katılırlar daha iyi fotoğraf yapmak için. Mitinglerden eylemlere, atölyelerden sokaklara adaletsizliği haksızlığı anlatan fotoğraflar çekiyorlar. Sonra ekonomik gücü ve sahip çıkan bir örgütü yoksa (ki genellikle yoktur). Kişisel arşivinde ve internette paylaşarak bir süre dolaşır. Sonra makinasını satar veya evde büfeye kaldırır. Öte yandan işçilerin-emekçilerin nasıl ezildiklerini biliyoruz. İyi yada kötü sendikalarına aidat öderler. İşçileri ve aydınları, sanatçıları  buluşturacak olan sendikalardır. Sınıftan yana tavır koyan sanatçı ve aydınları, ürettikleri işlerle iyi günde, kötü günde , ortaklaştırarak mücadele hattının örülmesidir. Aynı zaman da solda görünen belediyelere de sorumlulukları hatırlatılmalıdır. Gelişen teknolojilerin sağladığı olanaklarla egemen olan dilin yıkılmasını sağlayarak, kamusal alanlarda olan payı almanın yolunu açma mücadelesi olmalıdır., kendi dilimizi sokağa yansıttığımız oranda gelişir.                                                                                        Haydi bir hayal kuralım: Düşünsenize Kadıköy iskelesinin oradan otobüs duraklarına doğru bakın, devasa reklamlar ve reklamlarla giydirilmiş belediye otobüsleri. Bir an o kocaman binalardan birinin duvarında Ankara direnişinin devasa büyüklükteki fotoğrafı, Otobüslerden birinde Tuzla tersanelerinden bir kare. Otobüs duraklarındaki bilboardlardan birinde “Yaşasın kardeşlik – Silahla değil barışla” yazan ve altında Türk-kürt halay çekenlerden bir fotoğraf. Yine Kadıköy şehir tiyatrosunun arkasında rıhtımda balık ekmekçilere doğru açılmış bir sokak sergisi diyelim 8 martla ilgili. Bu hayalleri genişletebiliriz. Bunlar olmayacak şeyler değil. Eskişehir’de Tepecik belediyesi sevgililer gününde tüm bilboardlar da Ali Öz’ün Ankara direnişinden çektiği bir fotoğrafı kullandı. “Sevgi paylaşmaktır, sevgi emektir diyerek”. Büyük AVMlerin girişlerinde sergiler açılmasına olanaklar veriyor.
Önce birey olarak olarak, sonra da içinde yer aldığımız kurumlara, sokakların dahası açık ve kapalı kamusal alanların  önemini anlatmalı ve ısrarcı olmalıyız. Sanat burada muhalif tavrını ortaya koyar. Ve o sanat denilen ulaşılmaz ve yalnızca galerilerde olurmuş gibi sunulan dünya böyle yıkılır. Evet sokaklara hakim olan kazanır. Sokaklar caddelere, caddeler alanlara açılır. Bugün onlar hakim. Yarın biz niye hakim olmayalım.? Bütün mesele görsel iletişim denilen insanların beyninde bir yer tutma ve düşündürme isteğinde olmakta.
Emek örgütlerinin bir çoğu dahil çeşitli vakıf, dernek ve kurum fonlardan para almak için harıl harıl projeler yapıyorlar. Peki ne yapıyorlar? Tartışması uzun sürer. Diyelim iyi yapıyorlar projelerin içeriklerin den taviz vermiyorlar. En radikal söylemlerle “hey burjuvazi sizi yıkacağız ve sosyalizmi kuracağız “diyorlar. Peki bu fonları veren vakıflar, devletler ne uğruna bu paraları sebil gibi dağıtıyorlar? Hiç dikkat ettiniz mi? işin özneleri olan işçilerin bir şeyden haberi olmuyor. Yapılan projeler aydınlar sanatçılar ve sivil toplum kurumları dahilinde oluyor ve bitiyor. Ne adına işçi sınıfı? Peki foncular kim? Hadi geçtik neden fonluyorlar? Evet bir söz vardır; “Emeksiz yemek olmaz!” “ Değirmenin suyu nerden geliyor? Efendim AB’ ye üye ve aday ülkelerden para kesiliyor bir havuzda toplanıyor sonrada Avrupa başkenti diye dağıtılıyor.. İnsan hakları ve demokrasi gelişsin diye veriyorlar. Bu halkın vergisi niye kullanmayalım? Mesele işçi sınıfının öz gücünü zayıf tutmak. Kapalı mekanlara, cicili bicili yayınlarla oyalamak. Kısaca İşçi sınıfını uyutmak ve hak alma mücadelesinde pasif kalmalarını sağlamak..                                                                                                              O zaman ne yapacağız? Fotoğraf özelinde söylüyorum diğer alanlardaki arkadaşlarda benzer çözümler bulur. Kollektif çalışmaları sıklaştıracağız, örgütleneceğiz . Harçlıklarımızı vererek, maaşlarımızdan keserek fotoğraflarımızı bastıracağız. Başta, sendikaların olmak üzere kurumların kapılarını aşındıracağız. Biz bu sergiyi sendikanızla birlikte açacağız diyeceğiz. Paranız sizin olsun diyeceğiz. Bizler fotoğrafın diliyle, işçi sınıfının içinde çalışmalarımızı yürüteceğiz. Lafın kısası “Bir işi yapmak isteyen yolunu, istemeyen nedenini bulur” diyor bir arap atasözü, onlar neden bulsunlar biz işimizi yapalım. B.Brecht’in  dediği gibi;” .Estetiğimizi de,  mücadelemizin gereksinmelerine göre yönlendireceğiz.” Bazı büyük sanatçı dostlarımız yüksek sanat estetiği ile uğraşsın. İşin özneleri, dijital çıkışlarla da olsa  sokaklardan caddelere, caddelerden meydanlara  dolaşarak sergilerle, kamusal alanları kullanacak…