Translate

Bu Blogda Ara

46-FOTOĞRAFÇILARA-20 Aralık 2009-Evrensel

Fotoğraf: Özcan Yaman

FOTOĞRAFÇILARA

Hobi olarak fotoğrafa başlayan bir çok arkadaş, bir zaman sonra bırakıp gidiyorlar. Kalanlar ise ne yapacaklarını düşünüyorlar. Onları fotoğrafa yönlendiren çeşitli nedenleri konuştuğumuzda şu yanıtları alıyorum. Güzel manzaraları çekmek, hele gün batımını. Sevdiklerinin özellikle çocuklarının fotoğraflarını güzel çekmek, Yazılı ve görsel reklamlarda fotoğraf çekmenin çok kolay olduğundan etkilenip kendilerinin de güzel fotoğraf çekmek istedikleri için hangi makinaları almalarını öğrenmek. Yaptıkları işlerin fotoğraflarını çekip boşuna fotoğrafçıya para vermeden bu işi halletmek için. Okul da, iş yerinde yada çevrelerinde gördükleri olumsuzlukları çekmek ve toplumla paylaşmak için. Fotoğraf çekmeyi sevdikleri için, Çiçekleri, hayvanları çekmek için, Makro çekmek için, Düşündüklerini hayellerini görsellikle dile getirmek için, Kurum olarak yaptıkları eylem ve etkinlikleri güzel bir açıdan çekip haber yapmak için. Kimi de sanat yapmak için fotoğraf çekmek istediğini yada çektiğini söylüyor.
Bu niyet ve amaçları, Belgesel , Deneysel, Reklam, vb. fotoğraf dalları arasında gruplandırabiliriz. Genel olarak hepsi de fotoğraf çekmenin çok kolay olduğu ve zenaat boyutuyla düşündükleri için hızlı başlayıp çabuk yoruluyorlar.
Bu noktada söyleyeceklerim kalanlara. Fotoğraf düşünen bir beyin, Hayata karşı bir duruş, İdeolojik bir bilinç, Sosyolojik ve psikolojik bir yaklaşım, Estetik bir bakış, gerektiriyor. Fotoğrafın hangi alanında olursa olsun bu sayılanlar o fotoğrafın yapılması için gerekli olan alt yapıdır…Makinanın modeli, cinsi kullanımının öğrenilmesi işin en kolay yanıdır. Yani işin zanaat yanı yeterli değildir. Bırakıp gidenlerin çoğu teknik olarak öğrenmeye başlayan ve bir bakış açısı kazanamayanlar olmaktadır.
Katı ön yargılardan uzak olarak fotoğrafı iki bölüme ayırabiliriz. Biçimsel ve İçeriksel olarak. Biçim: Fotoğrafın teknik özelliklerinin kullanımıdır. Nesnel gerçeğin makine aracılığı ile aktarımıdır. Bu aktarımda fotoğrafı çekici yapan estetik özellikler önem kazanır. Kompozisyon ve kadraj bu estetik dozun verilmesinde önemli bir yer tutar. Sonuç; Hayat tan bir karenin saptanmasıdır.
Fotoğrafın içerik yanı ise; Önümüzden akıp giden bir görüntüyü biçimsel gereklerini yerine getirirken düşünerek çekmemizdir. Neden bir metre daha ilerden veya geriden değil? Neden bir bütünden bir parçayı sabitlerken o parça olduğunun sorulmasıdır.
Bir fotoğraf bu iki parçanın birleştirilmesiyle fotoğraf olur. Bunlardan birinin eksikliği anlatımı veya görüntüyü bulanık yada anlaşılmaz kılar. Bazı arkadaşların fotoğraflarını tartışırken soruyorum niye böyle çektin? Cevap: hocam mendil satan çocuk beni etkiledi. Peki o mendil satan çocuk beni etkiliyor mu? Hayır . o zaman bu fotoğraf olmamış.  Yada hocam manzara çok güzeldi.
Peki ben o güzelliği paylaşabiliyormuyum? Hayır. Yada niye bu çiçeği çektin? Hocam çok güzeldi. Peki bu fotoğraftaki çiçek çok mu güzel? Hayır. Böyle diyaloglar gidiyor.
Çektiğimiz bir fotoğrafa tekrar baktığımızda aynı duyguları ne kadar yaşıyoruz? Peki bu fotoğrafa bakarak o duyguları kağıda birkaç cümle ile aktarabiliyormuyuz.? Geçen hafta buna başarılı bir örnek, bir çalışma Semra arkadaşımızdan geldi. Yazı arasında kendisini kutluyorum. Önceki hafta da Sevil arkadaşımızın bir fotoğrafını yayınlamıştık. Gökyüzü ikiye ayrılmış. Dikenli teller ve ağaçlarla bir kompozisyondu. Demek ki yapılabiliniyormuş.
On gün sonra yılbaşı. Dünya ve üzerinde yaşayan canlılar bir yaş daha eskiyecekler. Kimi milyonları su gibi harcayıp lüks eğlence yerlerinde bu yaşlanmayı kutlayacak. Kimi sokaklarda arkadaşlarıyla dağıtacak. Kimi mütevazi yaşamlarından herhangi bir gün gibi tv.lerinin sunduğu ucuz eğlence proğramlarıyla yeni yıla girecek. Kimi mesaide üç kuruş daha fazla kazanmak için çalışıyor olacak. Sokaklarda renkli görüntüleriyle işportacılar iyi bir iş yapma derdinde bağırıp çığırıyor olacaklar. Yani öyle veya böyle herkes bir şekilde bir yılı daha geride bırakacak.
Peki fotoğrafçılar bu gün ve geceyi belgeleseler nasıl olur? Her fotoğrafçı olduğu ve paylaştığı ortamı belgelese. Yada makinaları alıp yılbaşı için hazırlanmış sokakların sahteliğini, Bu sahteliğin sarhoşluğu ile içip eğlendiğini sananları belgelese. Gecekondularında diğer günlerden farklı olarak kuruyemiş yerlerken, ertesi gün bir dilim ekmeği nasıl kazanacaklarını düşünmelerini fotoğraflayabilsek. Yaşanan adaletsizliklerin farklı kesimlerce nasıl algılandığını fotoğraflayabilsek. O sırada doğum yapan bir anneyi, yeni doğan bir bebeği, Acile kaldırılan bir hastanın durumunu, ona şifa vermeye çalışan doktoru, hemşireyi fotoğraflayabilsek, Yalnızca şehirler değil tabii ki, köylerde kasabalarda yaşamda bir gün de olsa nasıl bir farklılık oluyor fotoğraflayabilsek. Ne dersiniz yılda bir kez yaşanan bu çelişkileri yeni yıla girerken diye belgelesek.
Evet fotoğrafçılar iş başına. İşte size bir konu. Belli mi olur belki de redfotoğraf çağrı yapar ve bir demokratik kitle örgütünün desteğiyle de sergileriz. Ya da önümüzdeki günler de Evrensel’in bu sayfalarında yayınlarız.
Yeni bir yıla girerken biliyoruz ki aydınlığa ve özgürlüğe bir parça daha yaklaşıyoruz. Gelecek günlere olan inançla sevgiler…


Fotoğraf: Semra Arslan
Büyük indirim.

gelin görün
yüreğimin en derinlerinde
duyulacak,gözlerimden anlaşılacak diye korktuğumu
duyun en büyük çığlığımı
gelin görün
büyük bir indirim var
artık küçük bedenlerin hayatlarını,umutlarını,hayallerini de ucuzlattınız
gelin görün
kıyafetlerim yoksulluk kokar utanırım
hiç satamadığım kalemleri satarım ben
gelin de görün...







fotoğraf: Özcan Yaman
En güzel yük!









































































































45-ÖZNE’den, YÜKLEM’e…13 aralık 2009-Evrensel

Fotoğraf: Özcan Yaman

ÖZNE’den, YÜKLEM’e…
Özne olmak önemlidir. Koca bir cümlenin başlangıcıdır. Ama yüklem ağırlığı taşır. Bir anlamda yüklem sonuçtur. Toplumsal yaşamda iş bölümü deriz. Herkes çalışmalı deriz. Sabahın köründe kalkar işe gideriz. Akşam aynı şekilde döneriz. Oysa ki hayat, doğduğumuz andan itibaren bitmekte ve ölüme her geçen saniye yaklaşmaktayız. Yıllar hızla geçer bir bakmışız  hala sabah erkenden işe giden, akşam dönen bir makinaya dönmüşüz. Yani çalışmak için yaşamaktayız.
Oysa ki yaşamak için çalışmalı insan! Bu da öznelik bilinci ile olur tabii ki.
Dünyanın, hadi geçtim ülkenin % 20 si elini sıcak sudan soğuk suya sokmazken , % 80’i bu kısır döngü içinde hayatını noktalamakta. İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz yalanlarıyla, Sosyal bir hukuk devletinin bireyleri olduğumuz tekrarlanır durur. Bir ülkede insanlar çalışmak için yaşıyorlarsa o ülkede adalet, hukuk hele sosyal devlet yok demektir. Aslolan; yaşamak için, yetecek kadar çalışmaktır.
Bir sabah erkenden başlayıp akşama kadar insanları izleyin. Metrobüse binmek için  çıktığınız köprünün üstünden bakın, Saatlerce birbirleriyle kavga ederek araçlara binmeye çalışan insanları izleyin. Mesai arkadaşlarınızın yüzlerine bakın . Akşam dönerken yine aynı şekilde inceleyin. Sabahın akşama bir yansıması olan fotokopi toplumunu göreceksiniz. İşte burada başlıyor özne olmak. Edilgen mahlukatlar mıyız yoksa insanmıyız? Hayatı değiştirecek ve dönüştürecek koca bir aileyiz oysa ki. Yeter ki Neden? Niçin? diye sorgulayalım. Toplumsal bilincin gelişmesinde oynayacağımız rol bizlerin hangi alanda olursak olalım sorumluluğumuzdur.
Bu anlamda Fotoğrafçılar olarak ister hobi olarak, ister sanat olarak bu çağa tanıklığımızı fotoğrafla sağlayabiliriz. Birkaç haftadır sürdürdüğümüz fotoğrafın toplumsal bilincin oluşturulmasındaki rolü. Fotoğrafçılığın ve sanatın bu alanlarda nasıl olduğu ve olması gerektiği konusunda yazdık. Günlük yaşamdaki gözlemlerimizi fotoğraflara aktarıp paylaşalım. İş yerlerinde özellikle sendikalarda fotoğraf eğitim ve kültür merkezleri oluşturulması yolunda ısrarcı olalım. Şubelerden Genel merkezlere İşçi sınıfının da Kültür ve sanata ihtiyacı olduğunu gösterelim. Emekten yana sanatçılarımıza sahip çıkalım.
Bir düşünelim; Her meslek grubundan, Hemşirelerden-doktorlara, Torna tezgahlarından-Teksil sektörüne, Liselerden-Üniversitelere yaygınlaşmış ve yaptıkları işlerin birer öznesi olmuş arkadaşların gözünden oluşturularak sorunları, sevinçleri, hüzünleri mutlulukları anlatan kareleri, Bunların sergilerle paylaşıldığını. Baskılı ve görsel yayınlarda kullanıldığını bir düşünelim…
Özne’den Yüklem’e doğru adım adım ileriye …


Bu gün Erdal’ın ve Annemiz Şadan Eren’in pek görülmemiş fotoğraflarını paylaşıyoruz.
Bu köşede sizlerin de fotoğraflarına ve görüşlerine yer vereceğimizi duyurmuştuk.
Bu hafta okuyucumuz Çağla Başak’ın görüşlerine yer veriyoruz.

Merhaba
Lise 3 sınıfı öğrencisiyim ve fotoğrafa olan merakım sebebiyle kendimi bu yönde geliştirmek istiyorum. Son zamanlarda RED fotoğraf ile birlikte sizi takip etme şansım oldu.
Evrensel’ de yayınlanan Fotoğrafçılar yazısında şöhret ve para için fotoğraf çeken ve bu işi meslek haline getiren kişileri fotoğraf sanatçısı diye tanımlarken, düşünce ve görüşlerini toplum ile paylaşmak  için fotoğrafı kullanan kişilerin fotoğrafçı olduğunu belirtmiştiniz. Her ne kadar burjuvazi kendilerini fotoğraf sanatçısı diye tanımlasa da ben asıl sanatçıların, sınıfsal mücadelesinde toplumsal gerçekleri görselleştirebilenlerin olduğunu düşünüyorum… Kapitalizmin fotoğraftan yararlanma biçimlerine her gün tanık oluyoruz. Buna karşı sanata, toplumu aydınlatmak için başvuran fotoğrafçılar yakaladıkları gerçeklikleri bir şekilde açığa çıkarma çabasındalar. Bu iki zıt durum karşısında ben sanatçı diye nitelendirilmesi gereken kişilerin, bu işi hiçbir kazanç sağlamadan, “toplum için sanat” yapanların olduğunu düşünüyorum.
Oldukça ilgi gören ve çoğu yerde kullanılan fotoğraf, düşünce ve görüşlerimizin sembolleştiği bir alan oldu artık. Dergilerde, gazetelerde ve birçok iletişim araçlarında herhangi bir an’ı zihinlere kazımak için başvurulan en önemli yöntemlerden biri halinde hiç kuşkusuz. Tüm bu gerçekliklere rağmen işçi sınıfının kurumları fotoğrafı gerçeklikleri aksettirmede kullanırken çok eksik kalıyor ve gerekli önem verilmiyor.  Kurumların yetersizliği yanında bireysel olarak meydana gelen çalışmalar bir şekilde günışığına çıkarılmıyor ve yarar sağlanamıyor. Bireylerin ürettiklerini bir şekilde açığa çıkarmaları ve bu ürünlerin kullanılması büyük bir adımın başlangıcı olur diye düşünüyorum. 

“İşçi sınıfı kültür ve sanat merkezinde fotoğraf” öznelinde düşünürsek şunları söyleyebilir miyiz? Böyle bir merkezde sergilerin yanı sıra bir de fotoğraf dergisi çıkarılabilir. Bu kapsamda önemli çalışmalar yapılabilir. Daha profesyonel çalışma içinse bu kurumda görevli sanatçılara (fotoğraf sanatçılarına) ihtiyaç duyulabilir. Sendika merkezlerinin bunu yapacak gücü var mıdır? Bence vardır. Zaten niyet bu işi yapmak olduktan sonra müthiş bir destek de gelecektir. Çünkü bu ilk kez yapılacak bir çalışma olur. Siz bir süredir bu konuyu tartıştırarak bu çalışmanın devasa kapsamı hakkında ipuçlarını veriyorsunuz. Bunu düşünmek mükemmel bir heyecan yaratıyor.

 Böyle bir kurumsal çalışmada mimariden mühendisliğe sanattan edebiyata ve diğer birçok alandan mesleğinde yetkin kişiler gönüllü olarak çalışacaklardır diye düşünüyorum. Evet, istenirse işçi sınıfı kültür ve sanat merkezi kurulabilir ve bu kurum sınıf mücadelesinde eksik olan önemli bir ayağı doldurur. Bu çalışmanın başlatılması ise bazı ortak konularda birleşen tüm kurumların (en başta ve hepsinden önce sendikaların) bir araya gelmesi ile olabilir. Yazacak ve üzerine söyleyecek çok şey var. Özetle  “baldırı çıplakların” “amelelerin” “ayak takımının” yani işçi sınıfının; proletaryanın yarattığı değer ve güzelliklerin neler olduğunu dost düşman herkes görmüş olur.
Çağla Başak
………………………………………………………………………………..



“Bu gün tam 29 yıl oldu. Daha güzel bir dünyanın kurulması için mücadele eden koca bir ailenin bir küçücük öznesi. Mert, yiğit, Er. İncecik bir Dal. Yaşıyla kıyaslandığında nice insan müsvettelerine taş çıkartan Eren. Halkın Kurtuluşu mücadelesini darağacında “Faşizme ölüm! Halka hürriyet!.. sloganıyla sürdürürken, elleri titreyen celladın ve acele ile asılmasını emredenlerin gözlerine bakarak inancın ve ölümsüzlüğün nasıl olacağını gösteren Erdal Eren. Yoldaşların seni hep özlüyor…” 

BIRAKIP GİTTİN BENİ
bırakıp gittin beni bütün kapılarda
bütün çöllerde tek başıma kodun
şafakta arayıp öğle vakti yitirdiğim
vardığım hiç bir yerde değildin
sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam
hiçbir şeyin seni andırmadığı bir pazar kalabalığını
denizde dalgakırandan da boşluğunu bir günün
seslenip de senden cevap alamadığım sessizliği

ARAGON


















01-Şadan Eren (Erdal’ın Annesi)
Fotoğraf: Özcan Yaman


sözler ki
o sözler ki acıdır
mapusane avlularında
demirli kırbaçlar gibi şaklar
o sözler ki sırasında
çiçek açmış bir nar ağacıdır
dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı
sırasında gizemli bıçaklar

o sözler ki
imgelem sonsuzluğunun
ateşten gülüdürler
kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler
o sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi
ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
uğrunda asılırız
Atilla İlhan



03- erdal ve arkadaşları
Bir fotoğraf neyi anlatabilir?Yıllara direnen, Şimdi fotoğraflarına bakıyoruz, Her genç gibi arkadaşlarınla, ama onlardan bir adım önde olarak taşıdığın onurunla bakıyorsun…









44- HANGİ FOTOĞRAFÇILIK, HANGİ SANATÇILIK-06 Aralık 2009


Fotoğraf: Sevil Tunç

 HANGİ FOTOĞRAFÇILIK, HANGİ SANATÇILIK

“Popüler olan ilgi çeker. Teknoloji, fotoğrafı herkes için kolay ve basitçe yapılabilir bir araç haline getirmiştir. Ama yalnızca teknik olarak, oysaki daha çok bilgi, daha çok kültürel birikim gerektiren bir alan olarak fotoğraf her zamankinden daha da zor olmuştur.”

Gün geçmiyor ki fotoğraftaki teknik gelişmelere bir yenisi eklenmesin. İcat edildiği yıllarda belki de dünyanın en zor işi fotoğrafçılıktı. Bir kimyager gibi emülsiyonu hazırlayacaksın duyarlı malzemeyi yapacaksın, bir sihirbaz gibi ellerinle filmi bir siyah örtünün içinde yerleştirip çıkaracaksın. Filmi makinaya takıp kapağını açıp hokkabazlık yapar gibi pozlandıracaksın. Bir fizikçi gibi ışığı ayarlayıp zamanlamayı sağlayacaksın.Sonrasıyla gelişen mercek ve objektif ayarlarıyla daha hassaslaşacaksın. Evet çok değil daha 180 yıl öncesinde bu işi yapanlar birer mühendis sayılırdı. Öyleki 1899 lu yıllarda Eastman Kodak ‘Siz düğmeye basın gerisini bize bırakın’ sloganı ile portatif ve fabrikasyon hizmet veren şirketlerini kurarak ticarete başlamıştı. O günlerden bu güne değişmeyen bu slogan hala geçerliliğini koruyor.
Ne oldu ? Fotoğraf kimyayı terk etti. Ne oldu? Elektronikleşti bilgisayarlaştı, yani dijitalleşti. Artık yediden yetmişe herkes fotoğrafçı. Cep telefonu alan aynı zamanda fotoğrafçı oldu. Hatta kamareman oldu. Bilmem kaç pikselli video da çekiyor…
Sanatı, zanatsal zorlukla bir tutanlara gün doğdu. Hala galerilerde ve müzelerde fotoğrafa yer vermeyen anlayış hakim. Nasıl versinler ki para kazanamıyorlar. Zaten fotoğraf lafta sanat, onların gerçeklerinde fotoğraf, sanat eseri dedikleri işlerin katalog fotoğraflarının çekilmesidir. Ya karikatür ne durumda? Bizleri güldüren eğlendirici çizimler olmaktan öte ucuz fotokopi ile bile çoğaltılan işler. Ama para kazanılan sanat dalları öyle mi? Zaten sanat galeri müze denince başta resim akla gelir. Heykel seramik ve tekstil takiptedir. Müzik zaten ne söylersen söyle sanattır.
Üretilen tek olacak resim gibi mesela. Ona para veren koleksiyonunda kimsenin sahip olmadığına sahip olacak. O isterse evine asar isterse depoda saklar kime ne? Ne o öyle bolca ve değişik ölçülerde çoğaltılabilen şeylerden sanat mı olur? Çünkü bir kişinin değil bir çok kişinin paylaşabildiği işler pratikte sanat olmaz. Ne demiş iktisatcılar ? Arz talep meselesi. Bir mal ne kadar çoksa fiyatı düşer, ne kadar az ise fiyatı artar. !...
Biraz ironi yaparak bugün kü sanat piyasasının bakış açısını sizlere sundum. Bir şey alınıp satılıyorsa maldır. Yapılanda ticarettir. Son tahlilde kapitalizmde sanat eseri bir metadır. Alınıp satılan bir maldır. Bu malı üretende sanatçıdır. Yani mal üretendir. Onu pazarlayan galericidir yani tüccardır. O zaman öyle toplum, özgürlük sanatsal yaratı filan gibi laflarla süslemeye gerek yoktur. Kapitalizmde sanatçı piyasaya uygun sanatsal mal üretendir. Boşuna burjuvazi sanatın hamisidir demiyoruz yani…
Onun içindir ki sanat böyle algılanıyorsa, sanat yapmıyorum. Sanatçı buysa sanatçı değilim diyen gerçek anlamda sanatçılara buradan bir kocaman merhaba…

Özetlersek; Hangi araçı ( fotoğraf, resim, heykel, müzik, edebiyat, sinema vs vs.) kullanırsak kullanalım. İşin teknik zorluğu yada zenaatsal yanı veya kolaylığı o işin hak ettiği ölçüde yapılmasının zorunlu alanıdır. Ne yapıldığı önemlidir, yani yaratıcılık. Bu anlamda her araçla sanat yapılır. Zenaat yani yaptığımız işin biçimsel yanıdır. Ne yaptığımız ise fikirsel , soyutlama yaptığımız alandır, yani biçime kattığımız içeriktir.
Böyle olmasına karşın ideolojik mücadele ile sanatsal yaratılarını birlikte sürdürmüş birçok sanatçıya burjuvazi sahip çıkmakta ve kullanmaktadır. Abidin Dino’yu Sabancı müzesinde, Nazım’ın kitaplarının ve yüzlerce sanatçının kitaplarının telif haklarının bankaların yayınevlerinde olması, gibi bir çok uluslar arası ve ulusal komünist-sosyalist sanatçının burjuvazi tarafından ele geçirilmesini nasıl açıklayacağız.? Son ironiyide 11. İstanbul festivalinde yaşadık. Kapitalizme karşı mücadelede sanatını silah olarak kullanan Bertold Brecht bile meze yapılarak önümüze getirildi. Bu sanatçılar işçi sınıfının sanatçılarıdır. Doğal olarak mirasları işçi sınıfınındır. Fakat hala mülkiyet ilişkisi çercevesinde sistemin hukuk normları içinde ailesinin malı durumunda değerlendiriliyor. Burjuvaziye silah olarak kullanılan eserlerin üç kuruşa sistemin miras hukuku gereği peşkeş çekilmesine gönlü razı olan aile bireyleriyle sorun çözülmeli. En iyisi sanatçıların sağlıklarında mirasçılarını reddetmeleri. Onların mirasçıları işçi sınıfıdır. Neyse konu örgütlü sanatçı olmaya geliyor. Her sanatçı örgütlü olmalı ve birikimleri örgütünün himayesinde işçi sınıfı mücadelesine kalmalıdır. Yani işçi sınıfı hem literatürüne hem sanatçısına sahip çıkacak güçtedir.Sanat ve sanatçı kavramını sosyalist literatüre göre bıkmadan usanmadan anlatmalı uygulanmasına çalışmalı. Bu alanda sosyalist, örgütlü sanatçılara iş düşmektedir. Örgütlerin bu konudaki strateji ve taktikleri önemlidir. Alt yapıdaki çalışmalar günün gelişmelerine uygun üst yapı meseleleri olan sanat alanında da forme edilmeli. Çağdaş anlamda burjuva mekanlara taş çıkartır nitelikte sergi salonlarına ve sanatsal yaratının toplumla paylaşımının sağlandığı yayınların  ( basılı – görsel ve işitsel) önemi kaçınılmazdır. Bu  olanakların sağlayacağı  ve kendisine sanatçıyım ve yaptığım iş sanattır diyen gerçek sanatçıların yolu yakın kılacağının farkında olalım.
Geçen hafta sendikaların bu konuda örnek olmasının gerekliliğine ilişkin hayalimi yazmıştım. Konuyu bu hafta biraz daha deştim. Gelin daha fazla deşelim.

Bu hafta, Fotoğraf alanında bir akademi gibi  gittikçe kurumsallaşan, Galata fotoğrafhanesinin kurucu  ve yöneticilerinden Yücel Tunca’nın görüşlerine yer veriyoruz.




Çağı daha iyi kavrama, daha güçlü donanım, 
çok daha yüksek bir sınıf bilinci.

Yücel Tunca

Fotoğrafçıları homojen bir topluluk olarak ele almak, daha başta hatalı bir kategorizasyon yaratacak. Aynı biçimde sanatçı sıfatını taşımayı tercih edenleri de... Fotoğrafı da, sanatı da (sanatsal üretim alanında kullanılan fotoğrafı da burada konumlandırarak...)  farklı kaygılarla üreten insanların olması kaçınılmaz. Politik bilinç ve hayatı okuma biçimi bu noktada belirleyici oluyor elbette. Kendini ifade etme, iletişim ve karşı duruş aracı olarak fotoğraftan ve sanattan yararlananlar, yani araç olarak bu üretimleri tercih edenler soruların asli muhatabı olarak görülmeli. Bunun dışında kalan grupların ayrım çizgileri bana kalırsa farklı bir tartışmanın gündemini oluşturabilir ancak.
Emek tabanlı örgütlenmelerin fotoğraf ve sanat ile ilişkisi öteden beri hayli sorunlu olmuş diye düşünüyorum. Üstelik tersi de, yani fotoğrafın ve sanatın emek hareketi ile ilişkisi de oldukça problemli. Burjuva sanatına ve bunun eşlikçisi fotoğraf anlayışlarına karşı güçlü çıkışlar üretilememesi ya da dönemsel çıkışların uzun soluklu olamaması suyun tersine akışını engelliyor. Toplumcu gerçekçi arayışlar belli bir dönemin ihtiyaçlarını karşılamış olsa bile, farklılaşan siyasi atmosferlere cevap oluşturmakta artık yetersiz kalıyor. Hatta tersine, reddiye düzdüğümüz iktidarların zaten başarıyla yapmakta oldukları içini boşaltma faaliyetlerine belki de farkına bile varmadan destek sağlıyor. Bu nedenle sanat ve fotoğraf, geçmişe oranla çok daha araştımacı, çok daha yenilikçi olmak durumunda. Şekle bağlı bir araştıma ve yenilikçi tutum değil elbette kastettiğim. Çağı daha iyi kavrama, daha güçlü donanım, çok daha yüksek bir sınıf bilinci. Temel sınıfsal çelişkinin değişmemiş olması, mücadele yöntem ve argümanlarının da değişmeyeceği anlamına gelmemeli. Yoksa bugün konuştuklarımızı hala konuşmaya devam etmek zorunda kalmazdık.
Sonuç olarak mesele, fotoğrafçı ya da sanatçının bir özne olarak yalnızca kendisinde düğümlenmiyor. Çünkü durumu özneye bağlayacaksak, alçakgönüllükle atılan her taşın bir kuşu ürkütmesi bu aşamada varılabilecek en iyi sonuç. Ama yetmiyor. Yetmeyecek. Özneler bir araya gelmeden, farklı bir örgütlenme modeli yaratmadan bu durum değişmeyecek. Siyasetin içtiğimiz sudan farklı bir şey olmadığını kabul ettiğimiz noktada, bu kabulde ortaklaşanların ortak bir akılda buluşmaları olasılık dahiline gelebilecek. Siyaseti uzaktaki bir binanın ikinci katındaki parti bürosunda aramaya da gerek yok. Bugün sevgilimizle, mahalledeki bakkalla, sokaktaki kedi ile ilişkimizi nasıl sürdürüyorsak, fotoğraf ve sanat aracılığıyla hayatla kurduğumuz bütünsel ilişkiyi de öyle yürütüyoruz. Sol gösterip attığımız her sağ adım neticede yine bizi tökezletiyor. Kapsayıcı, inandırıcı ve dinamik örgütlenme modelini hayata geçirene kadar, buna kafa yorduğumuz zaman dilimi içerisinde, buradan başlamak, gündelik hayatın bireysel olarak örgütlenmesinde siyasi davranmak, eldeki hiçten çok daha iyi olacak.

 Fotoğraf; Sinan Targay
  Fotoğraf; Pelin Durtaş
 Fotoğraf; Özcan Yaman