Translate

Bu Blogda Ara

483-Korona günlerinde mahpusluk-evrensel 3 nisan 2020-özcan yaman

Korona günlerinde mahpusluk

Yıllar önce -zannediyorum 2009- bir fotoğrafçı olarak hapiste olsanız ne yapardınız? diye sormuş ve şöyle bir öneride bulunmuştum: İçeride nasıl fotoğraf çekmek istiyorsanız yazın şimdilik dışarıda olan bizler çekelim.
Sonrasında görülmüştür.org yöneticilerinden Adil Okay’ın önerisiyle ‘’İçeriden-Dışarıya Fotoğraf Köprüsü’’ adlı mahpus ve fotoğrafçıların ortak çalışması (2015-2016 yılları) gerçekleştirildi. Türkiye’nin birçok ilinde ve yurt dışını dolaştı. Devamında ‘’Dışarıdan-İçeriye Fotoğraf’’ sergisi gerçekleştirildi. Yaklaşık 4 yıllık bu çalışmalar kitaplaştı. İlkinde tutsaklara gönderilen doğa, portre, enstantene tarzı fotoğrafların yorumlanması istendi. İtiraf etmeliyim ki edebiyatçılara taş çıkartacak nitelikte yorumlar çıktı. İkincisinde mahpuslardan ‘Dışaıda olsalardı neyin fotoğrafını nasıl çekmek istediklerini’ bir paragrafla betimlemeleri veya çizmeleri istendi. Bu istekler fotoğrafçılara dağıtılarak gerçekleştirildi.
görülmüştür.org ile redfotoğraf iş birliği ile gerçekleşen çalışmalar, şimdi de üçüncü proje ile sürüyor. Hazırlıklar sonlanma aşamasında. ‘’Özgürlük’’ kavramından ne anlıyorsunuz? diye sorduk ve kısaca düşüncelerini istedik. Gelen fikirleri fotoğrafçılara dağıtarak fotoğrafın herhangi bir dalıyla (enstantene, kavramsal, soyut) görselleştirilmesini istedik. Umarım bu korona günleri bir an önce biter ve sergileri, kataloğu çıkartırız.

KORONA GÜNLERİ

Virüs tehlikesinin cezaevlerine sirayet edebilme olasılığına karşı hazırlıklar başladı. Cezaevlerindeki tutuklulara dışarı çıkma fırsatı doğdu. Fakat mafya, uyuşturucu ve adi suçlarla, siyasi tutuklular arasında ayrımlar konuşulmaya başlandı. İçerideki yüzlerce siyasi tutuklu, gazeteci, aydın ve sanatçı terör suçları diye kapsam dışı tutulmaya çalışılıyor. Oysa virüs ayrım yapmıyor!.. Nasıl sonuçlanacak göreceğiz.
Oysa şimdi tüm ülke hatta dünya koca bir hapishane oldu. Gelişen duruma göre belki yarın sokağa çıkma yasağı da yaşanacak. Bu gerçeklik özgür(!) olduğumuzu zanneden biz dışarıdakilere hapishane olgusunu yaşattı. Belki empati kurduk ya da kurmadık.

DUVARLAR…

Günlük hayatta çokça kullanırız, duvar kelimesini. Engel, sınır, kavramları arasında bir yerlerdedir. Aynı zamanda bir korunma alanıdır da. Mekanlarımızın sınırlarını oluşturur duvarlar. Mesele nasıl hissettiğimiz ya da duvarların çekilme nedenleridir. Filistin’de devasa duvarlarda İsrail kendi alanını çizerek bir sorunu çözdüğünü zannederken, Filistin bir ablukanın ve tecridin kıskacında yıllardır inletiliyor. Peki duvar dediğimiz sert betonlar mıdır yalnızca? Hapishaneler birer tecrit mekanları olarak bir sürü bir sürü duvarlardan yapılırken içerdekiler ve dışarıdakiler arasında da bir sınır ve tecridin nedenidir. Hukukun ve adaletin eksikliği de gizli bir duvar değil midir? Bireysel ve toplumsal yaşamımız sürekli duvarlarla örülüdür. Yaşam, görünür veya görünmez duvarları aşma amacıdır belki de. İçimizdeki ve dışımızdaki duvarlarla mücadelemiz, bizlerin bir yerlerden bir yerlere gitme yolculuğumuzdur aslında.  Duvarları yıktıkça karşılaştığımız yeni duvarların, yeni yol ve yöntemlerle yok edilmeleri esas oldukça umut hep var olacaktır. Dışarısı dediğimizde temel hak ve özgürlükler akla gelir. Ya içerisi dediğimizde? Mahpusluk, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk. İlk bakışta doğrudur. 

DIŞARIDA MAHPUSLUK

Dedim ya dışarıda özgürsün(!) Dışarıdasın ama beynin tutsak, fiziki koşullar serbest olmuş kaç yazar? Günlük koşturmalar, kira derdi, koca derdi, çocuk derdi, çocuğun ebeveyn derdi, iş derdi, okul derdi, hastalık derdi, sınav derdi kısaca yaşam derdi. Yetmedi koronavirüs eklendi. Anlayacağınız beyinlerimiz dumura uğrarken gel de kendini özgür hisset. Bedenimiz dışarıda beyinlerimiz tutsak bir toplumuz vesselam...



EVDE KAL

İçeride tutsaksın, özgür değilsin. Sevdiklerine elini değdiremez, öpemezsin. Dışarıda özgür ama güvencesiz. Günlerdir ‘Evde kal’ çağrıları hatta sıkıyönetim istekleri var. Toplumun bir kesimi tasını tarağını hizmetçilerini toplayıp tatil yapar gibi eve kapanmışlar. İsim ve markaları belli kişiler reklam yapıyorlar. ‘Evde kal, ev güzel, sosyal mesafeni koru’. Tüm ülke hatta dünya ezberledi artık. Bu reklam yapan azınlığa şunu demek lazım: ‘’Öyle evimiz olsa babam bile kalır.’’ Çoğunluğun barındığı ev denilen kutuları şirin göstererek, kendi OHAL’ini kendin yap diyerek, halkla dalga geçiliyor. Günübirlik yaşayan insanlar ekonominin dişlileri altında inlerken “Evde kal” çağrıları ‘ama nasıl’ sorusunu cevaplayamıyor. İşçi, iş arayan işsiz, emekçi, emekli, küçük esnaf soruyor nasıl? Evde kal o kadar. Büyük Türk milletinin devleti var. Kira, bakkal, elektrik, doğal gaz, su, kredi kartı borçları, kredi borçları say say bitmeyen dertler. Bankalar kredi taksitini ödemedin öde, eletrik, su, doğal gaz ve bilumum faturalar öde yoksa keseriz diye fatura yollayıp mesaj üstüne mesaj yolluyor ama “Evde kal”. Devlet çözüm öneriyor. Bankaya git kredi çek! Bağış yap. Unutmayalım; Türkiye Cumhuriyeti laik sosyal bir hukuk devleti. Eeee sosyal bir devletin çözümü ya kredi al borçlan ya da bağışları bekle olabilir mi?
S-400, F-35 savaş endüstrilerine ver dolarları, Ukrayna’ya ver dolarları yetmedi, köprüler ve bilumum devlet garantili şirketlere ver dolarları, sonra aynı gemideyiz koronaya karşı bağış yap. Bağış yapanlar zaten bu ülkenin kaymağını yiyenler. Sen milyon dolarları onlara ver onlar sadaka versin devlete, bir de bunları vergiden düşsünler ne güzel… Sormazlar mı bağış toplayarak yatırım dediğiniz şeyleri niye yapmadınız? Konu halk ve yoksullar olunca niye bağış?  
Mesele beyinlerin özgür olmasıysa, eğer düşünmekse özgürlük, içerideki insan hepimizden özgür. Bu günlerde dışarıda tutsak olan halk ancak düşünceyle, sorgulamayla özgürlüğü kavrayabilendir. O yüzdendir ki gözaltına alınıp sorgulanan o tır şoförünün söylediğini tekrar etmek lazım. ‘’Beni virüs değil, bu düzeniniz öldürecek!’’
İster içeride ister dışarıda düşünceyi, fiziki koşullar hapsedemiyor. Adaletli sosyal bir düzen istiyor özgürlük. Eğer hak, hukuk ve adalet işlemiyorsa hiçbir yerde özgürlük yoktur. “Evde kal” derken düşünmeyi ve sorgulamayı unutmayın diyorum. Sağlık ve sıhhatli bir karantina geçirmenizi diliyorum.

482-Fotoğrafın gezi halleri-evrensel 27 mart 2020-özcan yaman

Fotoğrafın gezi halleri

Korona günlerinde evde kalmışken ne yazabilirim diye düşündüm. Nihayetinde bu günler geçecek ve yine sokaklara çıkacağız ama her şey eskisi gibi olur mu, bilmiyorum.
Biliyorsunuz fotoğraf hayatın bir parçası. En çok da etkinliklerin ve faaliyetlerin vazgeçilmezi. Şimdi seyahat fotoğrafçılığı, gezi fotoğrafçılığı ve fotoğraf çekmek için fotoğraf gezileri nedir? Ne değildir? Bir hatırlatayım ki korona günleri geçince bir kenarda dursun.









GEZİ FOTOĞRAFÇILIĞI

Fotoğraf hayatımızın her alanında. Dolayısıyla tatillerimizin, gezilerimizin de içinde. Kimi zaman hatıra kimi zaman belgeleme kimi zaman da eğlence olarak fotoğrafsız bir hayat düşünemeyiz. Temel anlamda cep telefonlarımızda bu ihtiyacı karşılayacak fotoğraf makineleri olabilir.

ÖNCELİKLE AMAÇ NE? TATİL VE FOTOĞRAF

Tatile çıkıyoruz. Gerekli eşyaları aldık ama ille de fotoğraf makinesi alırdık yanımıza. Şöyle derdik; ‘Yok canım öyle profesyonel falan değil hatıra fotoğrafları çekmek için’. Önceki kuşaktan bizlere kalan albümlerde çocukluk fotoğraflarımız genellikle böyledir. Günümüzde ise cep telefonları bu işi gayet iyi görüyor. Ek bir yük olarak fotoğraf makinesine gerek yok. Denizde, havuzda dans ederken ailecek selfiler, ya da gün batımında sevgilimizle baş başa selfi bile çekebiliyoruz. Eeee tatil fotoğrafları dediğimizde bu zaten. 

SEYAHAT VE FOTOĞRAF

Seyahate çeşitli amaçlar için çıkılır. Gönüllü olduğu gibi zorunlu nedenlerle de olabilir. İş seyahati veya gezmek amaçlı. Niye fotoğraf çekmek isteriz? Yaptığımız seyahati belgelemek, seyahatten hatıra kalsın vb. Rotamızı belirleyen seyahatin amaçlarıdır. Seyahat ederken fotoğraf bize eşlik eder. Gittiğimiz yerler, yediğimiz yemekler gördüğümüz tarihi yapıları çekeriz. Olur mu olur tabii. Yine bunun için de ayrı bir fotoğraf makinesine gerek yok. Ha meraklıyız, fotoğraf çekmeyi de biliyoruz fotoğraf makinesiyle çekeriz. Diyelim akşam üstü tarihi bir yapının yanından geçiyoruz ışık kötü ama beklemeye zamanımız yok, çekeriz olur biter. Sonra da ‘Filanca antik kentte iken çektim ama kötü çıktı aslında bla bla’ diye fotoğrafı anlatmaya çalışırız. Bazen de olduğumuz zaman uygundur harika fotoğraf olur. O zaman da ‘Ben bu işi biliyorum benim makinem harika çekiyor, profesyonel gibi’ deriz. Kısaca amaç fotoğraf çekmek değil, seyahat esnasında olduğumuz zaman ve mekanı belgelemek olur. Bir anlamda o tarih ve zamanda orada olduğumuzun ispat araçlarıdır fotoğraflar.


ETKİNLİK VE FOTOĞRAF

Dağcılık veya trekking amaçlı etkinliklerde fotoğraf çekmek: Amaç zirveye ulaşmak veya planlanan sürede uzun bir yolu gitmektir. Bu gibi durumlar için en uygunu ‘Gopro’ denen kasklara veya boyna takılarak ister fotoğraf ister video çekilmesidir. Molalarda cep telefonları yeterlidir. Böylece ek yük olarak fotoğraf makinesi ve ekipmanlarının yükünden kurtulunur. Ama fotoğraf makineniz var ve şahane fotoğraflar çekmeyi düşünüyorsunuz? Olmaz… O zaman sürüden koparsınız ve etkinliğiniz işkenceye dönüşür.


FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN ‘FOTOĞRAF GEZİLERİ’

Amaç bellidir. Güzel ve amaca yönelik fotoğraflar çekmek. O zaman mevsim, zaman ve mekan seçimleri ona göre yapılır. Buna da ‘Fotoğraf amaçlı’ geziler diyebiliriz. Günümüzde yukarıda saydıklarımla birlikte karmakarışık bu durumlar ‘Hem tatil, hem eğlence, hem spor hem de fotoğraf bir arada’ diye pazarlanarak fotoğraf gezileri adı altında düzenleniyor.

PEKİ NEDİR FOTOĞRAF GEZİSİ?

Fotoğraf çekmeyi öğrenme amaçlı geziler olabilir. Kalabalık bir grup oluşturulur, 30-40 kişi herkes aynı hizadan aynı konu veya kişiye yönlendirirler objektifleri çek babam çek. Neredeyse birbirinin aynı yüzlerce fotoğrafla dönülür. Başta dediğim gibi öğrenme amaçlıdır bu geziler. (Aslında şehir dışına falan da gitmeye gerek yoktur ama ille de Kars’a Van’a gidilir. Eeee bir ucu da tatil ve eğlence. Ama yöre halkına gına gelmiştir. Fotoğraf makineli kimi görseler “yeter” diye bağırırlar. Bu tür gezilerde rehber falan hikayedir. Neyin fotoğrafını niçin çektiğiniz de önemli değildir nasılsa…
Üstüne bol bol da selfi çekerseniz. Sonra “Bu muydu fotoğraf gezisi” dersiniz…
Geziler, fotoğraf pratiği için yapılıyorsa o başka. Işık, kompozisyon ve makine ayarlarını öğrenmeye yöneliktir. Onun için de dünya para harcayıp, şehir şehir hatta ülke ülke dolaşmaya gerek yok. Olduğunuz şehirde geniş meydanlarda bu amacı gerçekleştirebilirsiniz.
Fotoğraf gezilerinin belli bir amacı vardır ve o amaca yönelik çalışmadır. Bir çoğumuz turistik gezileri de fotoğraf gezileriyle karıştırırız. “Aaa ne güzel heykel, ne güzel cadde, ne güzel bina”, hele otantik giysili insanlar, “Vay güzel çektim” bitti. Eeee nerede fotoğraf… Anı fotoğrafları klasörüne eklersin…
Fotoğraf çekme amaçlı gezilerde zaman, mekan ve kültürel birikimler ve devamlılık vardır. Güzel fotoğraflar çekmek için neden çektiğinizin sorusunu da cevaplamanız gerekir. Tarihsel, güncel ve kültürel birikimler fotoğraflarınıza yansır. Gün gün not alırsınız. Fotoğraflarınızı tasniflersiniz. Projelendirip gezinin hakkını vermiş olursunuz. Bunun için hazırlık aşaması önemlidir. Fotoğraf makineleri tabii ki önemli. Ama fotoğraf gezisinin amacına uygun bilgi ve teknik koşulların planlanması. Tarihsel ve kültürel birikime sahip rehberle birlikte başarılı bir çalışma olur.

Bu geziler günlük veya konaklamalı olarak düzenlenebilir. Fotoğrafçılar kadar onları yönlendiren arka planda hazırlanacak program ve hizmet bir bütün olarak düşünülmeli. Lütfen ne istediğinize karar verip ona göre gezi planlarınızı yapınız. Sizlere de bu konularda doğru hizmeti verecek organizasyonları tercih ediniz. Ya da kendiniz proğramlayınız. Kafa dengi fotoğrafçı arkadaşlarınızla ortak bir program yapın, size yol gösterecek ve önerilerde bulunacak rehber arkadaş almayı unutmayın. Göreceksiniz daha anlamlı geziler gerçekleştireceksiniz. Işığınız bol olsun…
fotoğraflar: özcan yaman



481-PARİS KOMÜNÜ VESİLESİYLE FOTOĞRAFIN İKİ YÜZÜ-evrensel 20 mart 2020-özcan yaman



PARİS KOMÜNÜ VESİLESİYLE FOTOĞRAFIN İKİ YÜZÜ
Bilindiği gibi Paris Komünü (18 mart-28 mayıs 1871) 72 günlük ‘komünizm deneyimi’ olarak tarihe geçer. Dünyadan ve Türkiye’den Paris’e gidenlerin neredeyse ilk uğrak yeri Père-Lachaise Mezarlığı’dır. Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve dünyanın tanınmış birçok insanının yattığı bu mezarlık değerini 1871 Paris komün günlerinden almaktadır. Komün yenilmiş ve 147 komünar bu mezarlığın duvarında kurşuna dizilmiş ve orada açılan bir çukura gömülmüşlerdir. Mezarlığın bu duvarı günümüzde başta Fransız komünistleri olmak üzere dünya solunun anma merkezi olmuştur.
Dönemin Parisli fotoğrafçıları bu süreci belgelemişler. Kimi stüdyo, kimi gazeteci olan bu fotoğrafçılar yaşanan gerçekliğe tanıklık etmişlerdir. Bugün bizlere toplumsal hafıza olarak bırakmışlardır. Fotoğrafları artık anonimleşen fotoğrafçıları saygıyla analım; André-Adolphe-Eugène Disdéri, Agusta Hippolyte Collard, Agusta Bruno Braquehais, Eugene Appert, Gandenzio Marconi, …
‘’… Paris Komünü, birçok komünist önderin saygısını kazandı. Mao sürekli Komüne referans verdi. Lenin, Marx’la birlikte Komünü proletarya diktatörlüğünün yaşanmış bir örneği olarak niteledi. Cenazesinde bedeni Komünden kalan kızıl bir bayrağa sarıldı. Sovyet uzay gemisi Voskhod 1 Paris Komünü’nden kalan bir afiş taşıyordu. Bolşevikler Sivastopol adlı savaş gemisinin adını Komünün şerefine Parijkaya Kommuna olarak değiştirdiler.’’ ( Wikipedia)
2014 yılında yazdığım yazımı güncelliği nedeniyle alıntılayarak devam ediyorum.


BÜTÜN İYİ YURTTAŞLAR AYAĞA!


‘’Barikatlara koşun! Düşman şehrin duvarlarındadır! Cumhuriyet için, Komün için, Hürriyet için ileri! Silah başına!” Milli Selamet Komitesi / 22 Mayıs 1871
… Zafer günlerinde direnişlerde barikatlarda çekilen fotoğraflar, daha sonra bu insanların idamında ve katledilmelerinde kullanılmıştır. Tıpkı Şili, Arjantin, Yunanistan ve 12 Eylül 1980 Türkiyesi’nde ve de dünyanın birçok yerinde fotoğraf bir belge ve kanıt olarak iktidarlar tarafından kullanılmıştır. Gelişen teknoloji artık doğrudan iktidarın toplumu gözetleme aracı olarak kullandığı kameralar dünyasıyla gelişmelerini devam ettirmekte.



KOMÜN; ‘’DÜNYA CUMHURİYETİ, BAYRAĞI KIZIL, MARŞI ENTERNASYONEL’DİR.’’


Paris Komünü bir deneyim olmasının yanında, komünistlerin bayrağı olan kızıl bayrağın ve enternasyonal marşının da anasıdır. Komün, işçi sınıfına, proletarya enternasyonalizminin simgeleşen  kızıl bayrak ve enternasyonal marşını miras bırakmıştır.
Paris Komünü’nün 5 Nisan 1871 tarihli bildirisinde komüncüler ilk defa bayraklarının “kızıl bayrak” olduğunu ve kızıl bayrağın da “Dünya Cumhuriyetinin Bayrağı” olduğunu burada tüm dünya proletaryasına ilk kez açıklarlar. İşte o andan itibaren, komünistlerin ve proletaryanın bayrağı kızıl bayrak olmuş ve ulusal bayraklar da sınıf bilinçli işçiler için fiilen ilk kez o gün, bir daha geri dönmemecesine tarihe karışmıştır.
Enternasyonal Marşı’nın sözlerini Paris Komünü üyelerinden aynı zamanda Uluslararası Emekçiler Derneğinin Paris Federasyonu Başkanı olan Eugéne Pottier Komünün yenilgisinden hemen sonra Haziran 1871’de yazmıştır. Bestesi daha sonra 1888’de Lille’li Sanayi İşçisi Pierre Degeyter tarafından yapılmıştır. (Şimdi kalkıp 1 Mayıs’ta milli marşların ve ulusal bayrakların kullanımı konusunda diretenlere not olarak hatırlatalım) malum önümüz 1 Mayıs.
Yaklaşık 200 yıllık tarihi incelediğimizde neredeyse belgesel fotoğraf, sınıf mücadeleleri tarihi ile gelişimini bir eş zamanlılık ile kuruyor. Fotoğrafın icadından bu yana olan gelişmeler toplumsal değişim ve mücadeleler tarihiyle senkronlanıyor.
1920’li yıllara oranla daha modern görünseler de aynı sorunları yaşamıyor muyuz? Kapitalizmin krizleri devam ediyor. Çocuk işçiler yine var, terörle mücadele adına çocuklar sorgulanıyor hapse atılıyor, savaşlar emperyalistlerin oyun alanları olmaya devam ediyor. Kredi kartları mağduru insanlar intihar ediyor. Her geçen gün yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin olmaya devam ediyor. Önce vatan, önce ahlak diyerek ezilenleri milliyetçilik, ulusallık batağında yok etmeye çalışıyorlar. Vatan insanın karnının doyduğu yerdir. Yaşanan göç olgusu bunu göstermiyor mu? Yoksulluğun vatanı olmaz. B.Breht ‘’Ekmek olmadan ahlak olmaz’’ der. Barınma hakkı, Eğitim hakkı ve Sağlık hakkı en büyük insanlık sorunu. Kolera günlerinden sonra Corona virüs günlerini yaşıyoruz.
Bugün yaşadıklarımıza bakınca, dertler değişmeden, tarihlerin de değişmediğini görüyoruz. O zaman tarihi değiştirmek için verilen mücadelede, fotoğraf makinelerini bir silah gibi kullanmak biz fotoğrafçılara düşmüyor mu? Ama sorumlulukla deklanşöre basarken iki kez düşünerek…










480-Grup Yorum'a özgürlük...Evrensel 13 mart 2020-özcan yaman

Grup Yorum'a özgürlük...

Şimdiye kadar Grup Yorum ve ölüm/açlık grevleriyle ilgili yazmaya bir türlü elim gitmedi. Aylardır, İbrahim’in, Helin’in eriyişlerinin, taleplerinin kabulüyle biteceği inancımı korumaya çalıştım.
12 Eylül 1980 faşizmi sonrası 1985 yılında kurulan Grup Yorum yaptıkları müzikle muhalif sanatçı kimlikleriyle binlerce kitleye hitap etmiş, müzikleriyle hayat vermişlerdir. Türkü söylemek, muhalif dahası solcu müzik yapmak suçlarından sayısız baskı ve şiddet ile karşılaştılar. Kültür merkezleri basıldı, müzik aletleri kırıldı, arşivleri talan edildi, hapislere girip çıktılar. Her seferinde küllerinden doğdular. 2010 yılında Beşiktaş’ta 25. yıl konserleriyle binlerce kişiyle tek yürek oldular…
Ülkenin kaotik siyasal ve sosyal sorunlarına karşı müzikleriyle sözlerini söylüyorlardı ki tutuklamalar, gözaltılar ve baskılarla karşılaştılar. Her geçen yıl bir öncekini aratan antidemokratik uygulamalar sonucu açlık grevi derken ölüm orucuyla yollarına devam kararı aldılar. Hallacı Mansur’un tanımlamasıyla ‘‘Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir’’ sözünü hayata geçirdiler.   
Grup Yorum üyeleri, çalışmalarını yürüttükleri İdil Kültür Merkezine polis baskınlarının son bulması, üyelerinin İçişleri Bakanlığının arananlar listesinden çıkarılması, 3 yıldır devam eden konser yasaklarının kaldırılması ve üyelerinin serbest bırakılması taleplerinin gerçekleştirilmesini istiyorlar.  
Açık hapishaneye dönüşen ülkenin demokratik kitle örgütlerinin sesinin kısıldığı, demokratik hakların rafa kalktığı bir ülkede vicdanlarımız ağrıyor. Tabloya bakın, üyeleri ölüm orucunda, avukatları açlık grevinde. İşte Türkiye manzarası…
İbrahim Gökçek ve Helin Bölek bir deri bir kemiğe dönüş(türül)müşler. Zorla hastaneye kaldırılmışlar. Gitar çalan, mikrofon tutan eller işlevlerini yitirmiş, sesleri çıkamayacak hale gelmişler. Vicdanlar susmuş, sessizlik yayılıyor her yana… Yarın geç olduğunda bu yükün altından nasıl kalkacağız?
“Konserlerimiz yasaklanmasın, kültür merkezimiz keyfi olarak basılıp talan edilmesin, keyfi olarak tutuklanan müzisyen arkadaşlarımız serbest bırakılsın, adil yargılanma olsun…” Talepleriyle ölüm ve açlık grevine başlayan Grup Yorum’u seversiniz, sevmezsiniz. Eylem yöntemini benimsersiniz, benimsemezsiniz. Ama ölüyorlar… Görülüyor ki bu kente değil, bu ülkeye ıssızlık çökmüş…
akşam olunca  / her taşın altında sıkıyönetim / bütün sokaklar mavi bereli /
seslere sağırlaşır kulaklar / ne komşu ağıtları duyulur / ne kayıplar yargılı yargısız /
ne açlar açlık grevleri / ne de ölüm oruçları / her ev kendine konuşur /
kendini dinler gece olunca /unutup diğerlerini…” (Adil Okay)



fotoğraflar özcan yaman

479-Taksim Meydan platformu-Evrensel 21 Şubat 2020-özcan yaman

Fotoğraflar:Özcan Yaman
Taksim Meydan platformu
Taksim Meydanı’nın durumu İstanbulluların bir hayli içini acıtıyor. Yolu Taksim’den geçenler İstiklal girişinde Aya Triada Ortodoks Kilisesi’nin önündeki hamburgercilerin arasından utangaç halini, yeni yapılmakta olan cami ile Osmanlı’nın kudretini simgelercesine alana hakimiyet kurdurulmasını görür meydanda. Diğer uçta iktidarın zor kullanarak yıktığı AKM yerine yükselen inşaat ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişi sorgulanır. Gezi Parkı ilk fırsatta inşaat alanı yapılmak üzere rezerv halinde tutulduğu izlenimiyle polis merkezi olarak duruyor. Ortada metro girişiyle koca taş meydan. Saksılarda ağaçlarla yeşillik sorunu çözülmüş(!) Meydanda sirk çadırı gibi duran CİB’in (Cumhurbaşkanlığı iletişim Başkanlığı) koca sanat(!) çadırı. Hele bir ara Elmadağ yönündeki panayır çadırları, alanı rezalet ötesine taşıyordu. Nasılsa panayır çadırı (Zannediyorum önceki belediyenin kurdurduğu) kaldırıldı.
Meydanlara bu zevksiz çadır/konutlar nasıl, hangi kurumların kararıyla konur bilmiyorum. Yazın meydana döşenen taşların yaydığı sıcaklığın rahatsızlığıyla, kışın soğuğuyla; üstüne görselliğin rezilliğinde yaşamak zorunda olan İstanbullular benim gibi ‘Ne olacak bu meydanın hali’ diye soruyorlardı.
‘Her şey güzel olacak’ diyerek milyonların desteğiyle iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun icraatlarının Taksim ayağı merak ediliyordu. Bazı arkadaşlara ‘Ara Güler sanat çadırı ne zaman kalkacak’ dediğimde ‘Belediyenin gücü yetmez, o çadır CİB’in’ demişlerdi.
Bir hafta önce meydanın ortasına bir şey yapılırken görünce pek anlamamıştım. Yapı bitince estetiğiyle, mimarisiyle bir platform olduğu ortaya çıktı. “Kavuşma Durağı” adı verilen ‘İstanbul’un kalbi Taksim’ sloganıyla İstanbulluların ziyaretine açıldı. Merak ettim dolaştım. Taksim Meydanı’nın ne olacağına İstanbulluların karar vereceği bir platform ve mini bir dokümanter Taksim Meydan tarihi sergisi gördüm. Üstü merdiven biçiminde oval amfi tiyatro havasında insanların oturup dinlendiği, konuşmaların yapılabildiği ve dileyenin selfi çekip, merkezden çevreyi panoramik izledikleri bir platform. Diğerlerinden (çadırlardan) farklı mimariyle, estetikle, alışılmışın dışında bir anıt havasında olmasını sevdim. Gerçekten alanın kaderini Taksim’e yakışan bir estetikle tartışacak bir platform fikrinin yaratıcı olduğunu düşünüyordum ki beklenen oldu. Koruma kurulu acilen toplanıp sit alanı üzerine izinsiz yapıldığı gerekçesiyle 15 gün içinde yıkım kararı verdi. Şimdiye kadar konulan çadırları görmeyen kurulun Taksim platform yapısını ya da Kavuşma Durağını daha inşa aşamasında görmesi manidar geldi. Acaba kalıcı bir anıt mı zannettiler diye iyi niyetle yorumladım. Fakat onunla birlikte miadı dolmuş olan CİB çadırının da kaldırılmasını istemiş. Bakın ne kadar eşitlikçiler. Yazıyı yazdığım gün baktım çadır kaldırılmaya başlanmış. Platformu, çadırsız meydanda görmek güzel olacak gibi. Cami ile AKM arasında görsel bir zevk. İmamoğlu, bir oba çadırı, Osmanlı çadırı gibi bir şey yapıp üzerine yüz ünlü Türk büyüklerini assaydı, ya da padişahlarla birlikte Atatürk fotoğrafını koysaydı yıkım kararı verilir miydi? Hiç zannetmiyorum. Ama o zaman bu yazı İmamoğlu’nu eleştiren bir yazı olurdu.  Ben İmamoğlu’nun bu girişimini beğendim. İstanbul halkının, göstereceği direncin de arkasında olacağını düşünüyorum.
Meydanlar bir kentin hatta bir ülkenin hafızalarıdır. Toplumsal hafızaları meydanları kullanarak yok etmeye çalışırlar. Gidin 1980’lerdeki Taksim Meydanı fotoğrafını görün. Sergideki fotoğraflar nereden nereye gelindiğini özetliyor.
Bu yazıyı okuyanlara birkaç gün içinde yıkılması emredilen böyle bir çalışmayı ortadan kalkmadan görmelerini öneriyorum. Ekrem İmamoğlu’na bir karşı koyuşu gerçekleştirdiği için de teşekkür ediyorum.













478-Cenk Mirat Pekcanattı ve çağrı- Evrensel 14 şubat 2020-özcan yaman

Cenk Mirat Pekcanattı ve çağrı

Geçen hafta fotoğrafçı bir arkadaşımla fotoğraf dünyası, fotoğraf kurumlarının durumu, fotoğraf yarışmalarını konuşurken, konu son haftalarda yazdığım fotoğraf dünyamızın ustalarıyla olan anılara geldi. Sabit Kalfagil, Fikret Otyam, Yılmaz Kaini’yi bir kez daha anıp, Cenk Mirat Pekcanattı’nın kampanyasını tartıştık. Aslında tartışılacak bir şey yok. Cenk Mirat olması gerekene destek istiyordu. Neyse o akşam hem Sabit Hoca’nın hem de Beşiktaş Belediyesinin başlatıp yarım bıraktığı Fotoİstanbul Festival çağrısına destek kampanyasına imza attım.
Ben imzamı Cenk’e destek olmak için attım. Biliyorum ki ne fotoğraf kurumları (Güçleri, konumları / olmayan özerklikleri itibariyle) ne de devlet (üniversiteler, Kültür Bakanlığı) bu işlerle ilgilenir. Ancak bir sermaye şirketi yatırım sonucu kâr edebileceğini görürse o ay bu mesele gerçekleşir. Sonra devlet ülke ülke dolaştırır, hava artar. Gerçekleşmiş örnek var mı derseniz Ara Güler mevzuu…
Neden mi bu kadar umutsuz, ya da ters düşünüyorum. Çünkü mülkiyet ilişkileri ve miras hukuku değişmeden bu ve benzeri meselelerin düzelmeyeceğini biliyorum. O zaman da sermaye şirketleri bari işe el atsın hiç demiyorum. Bu konularda yine Nâzım Hikmet mevzunda yazmıştım oradaki fikrim sabit, özneleri değiştirin fotoğraf dünyasına uygulayın. 
“Ooo, devrim olup mülkiyet ilişkilerinin düzelmesini beklersek...” Doğru daha çok bekleriz. Demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesi yalnız işçilerin değil, aynı zamanda kültür alanındaki kurumların, bilim-sanat insanlarının da mücadelesidir. Bu alanları temsil ettiğini söyleyen siyasi partilerin kültür kurumlarının da meselesidir. Örgütlü toplum olmadan bu sorunların çözülmeyeceğini düşünüyorum.  Şimdi bu saydıklarım ne durumda ona bakmak lazım. Gördüğüm daha çoook yol katedeceğimiz, bu arada güncel sorunların ağırlığı işin çabası. Bir sürü gazeteci, bilim-sanat insanı hapiste ya da oto sansürle zamanı geçiriyor. Grup Yorum ölüm orucunun nirengi noktasında, savaş kapıda. Diğer yanda mütevazı en doğal istekler (Ülkenin yetiştirdiği değerli fotoğraf ustalarımızın eserlerinin korunup kollanması) talepler gerçekle ne kadar örtüşüyor diye düşünüyorum. Özerk olmayan YÖK bu talepleri ne kadar talep edebilir? Oysaki Yunanistan darbesine karşı direnen bir ‘Politeknik’ üniversitesini düşünün rektörüyle, öğrencisiyle… Merak edenlere; Costa Gavras’ın ‘Ölümsüz Z’ filmi tavsiye olunur. Üniversitesi özerk bile olamayan bir ülkenin vah geleceği demekten başka bir şey elimden gelmiyor…
Gelelim yazımın başlığı Cenk Mirat Pekcanattı arkadaşıma. Kendisiyle şahsen tanışmıyorum. Uzun zamandır çeşitli mecralardaki çalışmalarını takip ediyorum. Kendisi bir kurum gibi tek başına bir sürü işin altında üretiyor, yazıyor çiziyor, öneriyor. Foto fanzinden (Gölge Fanzin), podcaste, blogdan, sosyal medyaya fotoğraf adına ne varsa yapmaya çalışıyor. Birçok fotoğraf kurumundan daha faydalı ve işini dirayetle sürdürüyor. Gerçekten takdir ediyorum. İmza kampanyalarına da o yüzden katıldım. En azından denedik demek için bile olsa dedim. Umarım Cenk Mirat bu noktada beni anlayışla karşılar… Cenk Mirat gibi Sabit Hoca’nın en azından öğrencisi olmuş, birlikte gezilere gitmiş, evine misafir olmuş ve fotoğraf üzerine tartışmış olan ben de en az Cenk Mirat kadar değerli miraslara sahip çıkılmasını ziyadesiyle istiyorum.  Keşke yukarıda saydıklarımda yanılsam. Sözün özü kendi gücümüzü ortaya koyarsak başarabiliriz, yoksa devletin, resmi mirasçıların, kapitalist çıkar hesapları arasında daha birçok ustamızın ezileceği açık.
Ne diyordu Marx, ‘Kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser!’ Ya bu mirasların çok para veya prestij getireceğine inandırılacak sermaye şirketleri tavlanacak (Ki ben onlara karşıyım) ya da devlet halkın devleti olacak. Bu durum sanatın siyasetle nakış gibi işlenmesi demektir. Bu imza kampanyalarını da demokratik talepler olarak görüyorum.
Cenk Mirat’ın çağrılarını paylaşarak bu demokratik sorumluluk girişimine köşemden destek olmak istiyorum.



477-Üniversitelerde fotoğraf eğitimi-Evrensel 07 Şubat 2020-özcan yaman

Fotoğraf: Özcan Yaman

Üniversitelerde fotoğraf eğitimi

2006 yılından geçen yıla kadar Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde zorunlu ve seçmeli fotoğraf derslerinde eğitmenlik yaptım. Fotoğraf bölümü yoktu. Grafik bölümünde zorunlu ders olarak okutuluyordu.
Rektör rahmetli Ahmet Serpil’e demiştim ki, hocam neden fotoğraf bölümü açmıyorsunuz? "Gerek yok, günümüzde fotoğraf tıptan, mimarlığa, matematikten güzel sanatlara her bölümün ihtiyacı. Hatta elinde telefon olan herkesin ihtiyacı. O yüzden bence bütün bölümlere seçmeli olarak konulsun daha iyi" demişti. Rektör Ahmet Bey, fotoğraf eğitimini teknik bir konu olarak algılıyor, güzel sanatlar kültürüyle verilecek bir eğitim olarak düşünmüyordu.
Meseleyi fotoğrafın teknik olarak (zanaat açısından) öğrenilmesi olarak düşünürsek dört yıl lisans eğitimi bence uzun. Yalnızca fotoğraf için değil diğer resim, tekstil, seramik gibi alanlar için de uzun. İki yıllık bir eğitim yeterli.
Ama meseleyi güzel sanatlar kültürü olarak düşünürsek az bile sayılır. Ben eksikliğin burada olduğunu düşünüyorum. Güzel sanatları bitirip “insanlık tarihini” bilmeyen sanatçı adayları teknik elemanlar olarak hayata atılıyor. Böyle bir eğitim sisteminde gerçekten dört yıl uzun. Meslek lisesi bilgisiyle üniversite mezunluğu bizim ülkeye mahsustur herhalde.
Geçen haftalarda “Okullu fotoğrafçı olmak” başlığıyla kendi zamanımızdaki eğitimden örnekler vermiştim. Daha iyi olacakken daha da kötüye giden bir güzel sanatlar eğitimi var maalesef. Özel/vakıf üniversitelerinin derdi para, iktidarın derdi üniversite mezunu işsizler yaratmak olunca muhafazakar eğitim sistemi diye iki oda bir salon üniversitelerin açılmasıyla kalite düştükçe düştü. Öncelikle ciddiyet eksikliği var.
fotoğraf: Özcan Yaman
Fotoğraf bölümüne girmek isteyenlere şunu öneriyorum.
Hiç gerek yok. Gidin felsefe, sosyoloji, psikoloji bölümlerinde okuyun. (Güzel sanatlara oranla en azından daha tercih edilebilir diye düşünüyorum). Fotoğrafın teknik beceri kısımlarını öğrenmek için bir yıl yeter onu da kurslar sağlar. Çünkü fotoğraf demek düşünmeyi, sorgulamayı bilmek, öğrenmek demektir. Önceliğimiz beyni geliştirmek olmalı. Maalesef güzel sanatlarda artık reklam piyasasına eleman yetiştirilmeye çalışılıyor. Grafiker bilgisayar operatörü, fotoğrafçı Instagram’a ürün fotoğrafları çekecek eleman olarak düşünülüyor. Sanatçı adaylığını unutun gitsin. Alternatif eğitimlerle kendinizi yetiştireceksiniz. Bu düşüncelerim bugün için geçerli tabii ki. Bir zaman gelir de GSF’ler hak ettiği kaliteyi verirse tabii ki sevdiğiniz ve istediğiniz bölümü seçin.
Fotoğrafçı kimdir ya da kim olmalıdır dersek, teknik birtakım değerleri makineye yüklemenin dışında, düşünceyi objektifin süzgecinden geçirerek ifade eden kişidir diyebilirim. Eğer GSF’de okuyorsanız alternatif yollardan (felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat tarihi gibi) eksikliklerinizi doldurmaya çalışınız.
Okullu olmak “sanat kültürlü” olmak demektir. Hangi bölümde okursanız okuyun sanat kültürünüzü geliştirin sonrasında iyi bir fotoğrafçı olabilirsiniz.
Fotograf özcan yaman