Fotoğraf: Sevil Tunç
HANGİ FOTOĞRAFÇILIK, HANGİ SANATÇILIK
“Popüler olan ilgi çeker. Teknoloji,
fotoğrafı herkes için kolay ve basitçe yapılabilir bir araç haline getirmiştir.
Ama yalnızca teknik olarak, oysaki daha çok bilgi, daha çok kültürel birikim
gerektiren bir alan olarak fotoğraf her zamankinden daha da zor olmuştur.”
Gün
geçmiyor ki fotoğraftaki teknik gelişmelere bir yenisi eklenmesin. İcat
edildiği yıllarda belki de dünyanın en zor işi fotoğrafçılıktı. Bir kimyager
gibi emülsiyonu hazırlayacaksın duyarlı malzemeyi yapacaksın, bir sihirbaz gibi
ellerinle filmi bir siyah örtünün içinde yerleştirip çıkaracaksın. Filmi
makinaya takıp kapağını açıp hokkabazlık yapar gibi pozlandıracaksın. Bir
fizikçi gibi ışığı ayarlayıp zamanlamayı sağlayacaksın.Sonrasıyla gelişen
mercek ve objektif ayarlarıyla daha hassaslaşacaksın. Evet çok değil daha 180
yıl öncesinde bu işi yapanlar birer mühendis sayılırdı. Öyleki 1899 lu yıllarda
Eastman Kodak ‘Siz düğmeye basın gerisini bize bırakın’ sloganı ile portatif ve
fabrikasyon hizmet veren şirketlerini kurarak ticarete başlamıştı. O günlerden
bu güne değişmeyen bu slogan hala geçerliliğini koruyor.
Ne
oldu ? Fotoğraf kimyayı terk etti. Ne oldu? Elektronikleşti bilgisayarlaştı,
yani dijitalleşti. Artık yediden yetmişe herkes fotoğrafçı. Cep telefonu alan
aynı zamanda fotoğrafçı oldu. Hatta kamareman oldu. Bilmem kaç pikselli video
da çekiyor…
Sanatı,
zanatsal zorlukla bir tutanlara gün doğdu. Hala galerilerde ve müzelerde
fotoğrafa yer vermeyen anlayış hakim. Nasıl versinler ki para kazanamıyorlar.
Zaten fotoğraf lafta sanat, onların gerçeklerinde fotoğraf, sanat eseri
dedikleri işlerin katalog fotoğraflarının çekilmesidir. Ya karikatür ne durumda?
Bizleri güldüren eğlendirici çizimler olmaktan öte ucuz fotokopi ile bile
çoğaltılan işler. Ama para kazanılan sanat dalları öyle mi? Zaten sanat galeri
müze denince başta resim akla gelir. Heykel seramik ve tekstil takiptedir.
Müzik zaten ne söylersen söyle sanattır.
Üretilen
tek olacak resim gibi mesela. Ona para veren koleksiyonunda kimsenin sahip
olmadığına sahip olacak. O isterse evine asar isterse depoda saklar kime ne? Ne
o öyle bolca ve değişik ölçülerde çoğaltılabilen şeylerden sanat mı olur? Çünkü
bir kişinin değil bir çok kişinin paylaşabildiği işler pratikte sanat olmaz. Ne
demiş iktisatcılar ? Arz talep meselesi. Bir mal ne kadar çoksa fiyatı düşer,
ne kadar az ise fiyatı artar. !...
Biraz
ironi yaparak bugün kü sanat piyasasının bakış açısını sizlere sundum. Bir şey
alınıp satılıyorsa maldır. Yapılanda ticarettir. Son tahlilde kapitalizmde
sanat eseri bir metadır. Alınıp satılan bir maldır. Bu malı üretende
sanatçıdır. Yani mal üretendir. Onu pazarlayan galericidir yani tüccardır. O
zaman öyle toplum, özgürlük sanatsal yaratı filan gibi laflarla süslemeye gerek
yoktur. Kapitalizmde sanatçı piyasaya uygun sanatsal mal üretendir. Boşuna
burjuvazi sanatın hamisidir demiyoruz yani…
Onun
içindir ki sanat böyle algılanıyorsa, sanat yapmıyorum. Sanatçı buysa sanatçı
değilim diyen gerçek anlamda sanatçılara buradan bir kocaman merhaba…
Özetlersek;
Hangi araçı ( fotoğraf, resim, heykel, müzik, edebiyat, sinema vs vs.)
kullanırsak kullanalım. İşin teknik zorluğu yada zenaatsal yanı veya kolaylığı o
işin hak ettiği ölçüde yapılmasının zorunlu alanıdır. Ne yapıldığı önemlidir,
yani yaratıcılık. Bu anlamda her araçla sanat yapılır. Zenaat yani yaptığımız
işin biçimsel yanıdır. Ne yaptığımız ise fikirsel , soyutlama yaptığımız
alandır, yani biçime kattığımız içeriktir.
Böyle
olmasına karşın ideolojik mücadele ile sanatsal yaratılarını birlikte sürdürmüş
birçok sanatçıya burjuvazi sahip çıkmakta ve kullanmaktadır. Abidin Dino’yu
Sabancı müzesinde, Nazım’ın kitaplarının ve yüzlerce sanatçının kitaplarının telif
haklarının bankaların yayınevlerinde olması, gibi bir çok uluslar arası ve
ulusal komünist-sosyalist sanatçının burjuvazi tarafından ele geçirilmesini
nasıl açıklayacağız.? Son ironiyide 11. İstanbul festivalinde yaşadık. Kapitalizme
karşı mücadelede sanatını silah olarak kullanan Bertold Brecht bile meze
yapılarak önümüze getirildi. Bu sanatçılar işçi sınıfının sanatçılarıdır. Doğal
olarak mirasları işçi sınıfınındır. Fakat hala mülkiyet ilişkisi çercevesinde
sistemin hukuk normları içinde ailesinin malı durumunda değerlendiriliyor. Burjuvaziye
silah olarak kullanılan eserlerin üç kuruşa sistemin miras hukuku gereği peşkeş
çekilmesine gönlü razı olan aile bireyleriyle sorun çözülmeli. En iyisi
sanatçıların sağlıklarında mirasçılarını reddetmeleri. Onların mirasçıları işçi
sınıfıdır. Neyse konu örgütlü sanatçı olmaya geliyor. Her sanatçı örgütlü
olmalı ve birikimleri örgütünün himayesinde işçi sınıfı mücadelesine
kalmalıdır. Yani işçi sınıfı hem literatürüne hem sanatçısına sahip çıkacak
güçtedir.Sanat ve sanatçı kavramını sosyalist literatüre göre bıkmadan
usanmadan anlatmalı uygulanmasına çalışmalı. Bu alanda sosyalist, örgütlü
sanatçılara iş düşmektedir. Örgütlerin bu konudaki strateji ve taktikleri
önemlidir. Alt yapıdaki çalışmalar günün gelişmelerine uygun üst yapı
meseleleri olan sanat alanında da forme edilmeli. Çağdaş anlamda burjuva
mekanlara taş çıkartır nitelikte sergi salonlarına ve sanatsal yaratının
toplumla paylaşımının sağlandığı yayınların
( basılı – görsel ve işitsel) önemi kaçınılmazdır. Bu olanakların sağlayacağı ve kendisine sanatçıyım ve yaptığım iş
sanattır diyen gerçek sanatçıların yolu yakın kılacağının farkında olalım.
Geçen
hafta sendikaların bu konuda örnek olmasının gerekliliğine ilişkin hayalimi
yazmıştım. Konuyu bu hafta biraz daha deştim. Gelin daha fazla deşelim.
Bu hafta, Fotoğraf
alanında bir akademi gibi gittikçe
kurumsallaşan, Galata fotoğrafhanesinin kurucu ve yöneticilerinden Yücel Tunca’nın
görüşlerine yer veriyoruz.
Çağı daha iyi kavrama,
daha güçlü donanım,
çok daha yüksek bir sınıf bilinci.
Yücel Tunca
Fotoğrafçıları
homojen bir topluluk olarak ele almak, daha başta hatalı bir kategorizasyon
yaratacak. Aynı biçimde sanatçı sıfatını taşımayı tercih edenleri de...
Fotoğrafı da, sanatı da (sanatsal üretim alanında kullanılan fotoğrafı da burada
konumlandırarak...) farklı kaygılarla üreten insanların olması
kaçınılmaz. Politik bilinç ve hayatı okuma biçimi bu noktada belirleyici oluyor
elbette. Kendini ifade etme, iletişim ve karşı duruş aracı olarak fotoğraftan
ve sanattan yararlananlar, yani araç olarak bu üretimleri tercih edenler
soruların asli muhatabı olarak görülmeli. Bunun dışında kalan grupların ayrım
çizgileri bana kalırsa farklı bir tartışmanın gündemini oluşturabilir ancak.
Emek tabanlı
örgütlenmelerin fotoğraf ve sanat ile ilişkisi öteden beri hayli sorunlu olmuş
diye düşünüyorum. Üstelik tersi de, yani fotoğrafın ve sanatın emek hareketi
ile ilişkisi de oldukça problemli. Burjuva sanatına ve bunun eşlikçisi fotoğraf
anlayışlarına karşı güçlü çıkışlar üretilememesi ya da dönemsel
çıkışların uzun soluklu olamaması suyun tersine akışını engelliyor. Toplumcu
gerçekçi arayışlar belli bir dönemin ihtiyaçlarını karşılamış olsa bile,
farklılaşan siyasi atmosferlere cevap oluşturmakta artık yetersiz kalıyor.
Hatta tersine, reddiye düzdüğümüz iktidarların zaten başarıyla yapmakta
oldukları içini boşaltma faaliyetlerine belki de farkına bile varmadan destek
sağlıyor. Bu nedenle sanat ve fotoğraf, geçmişe oranla çok daha araştımacı, çok
daha yenilikçi olmak durumunda. Şekle bağlı bir araştıma ve yenilikçi tutum
değil elbette kastettiğim. Çağı daha iyi kavrama, daha güçlü donanım, çok daha
yüksek bir sınıf bilinci. Temel sınıfsal çelişkinin değişmemiş olması, mücadele
yöntem ve argümanlarının da değişmeyeceği anlamına gelmemeli. Yoksa bugün konuştuklarımızı
hala konuşmaya devam etmek zorunda kalmazdık.
Sonuç olarak
mesele, fotoğrafçı ya da sanatçının bir özne olarak yalnızca kendisinde
düğümlenmiyor. Çünkü durumu özneye bağlayacaksak, alçakgönüllükle atılan her
taşın bir kuşu ürkütmesi bu aşamada varılabilecek en iyi sonuç. Ama yetmiyor.
Yetmeyecek. Özneler bir araya gelmeden, farklı bir örgütlenme modeli yaratmadan
bu durum değişmeyecek. Siyasetin içtiğimiz sudan farklı bir şey olmadığını
kabul ettiğimiz noktada, bu kabulde ortaklaşanların ortak bir akılda
buluşmaları olasılık dahiline gelebilecek. Siyaseti uzaktaki bir binanın
ikinci katındaki parti bürosunda aramaya da gerek yok. Bugün sevgilimizle,
mahalledeki bakkalla, sokaktaki kedi ile ilişkimizi nasıl sürdürüyorsak,
fotoğraf ve sanat aracılığıyla hayatla kurduğumuz bütünsel ilişkiyi de öyle
yürütüyoruz. Sol gösterip attığımız her sağ adım neticede yine
bizi tökezletiyor. Kapsayıcı, inandırıcı ve dinamik örgütlenme
modelini hayata geçirene kadar, buna kafa yorduğumuz zaman dilimi
içerisinde, buradan başlamak, gündelik hayatın bireysel olarak örgütlenmesinde
siyasi davranmak, eldeki hiçten çok daha iyi olacak.
Fotoğraf; Pelin Durtaş
Fotoğraf; Özcan Yaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı yazarsanız yardımcı olursunuz...