Translate

Bu Blogda Ara

481-PARİS KOMÜNÜ VESİLESİYLE FOTOĞRAFIN İKİ YÜZÜ-evrensel 20 mart 2020-özcan yaman



PARİS KOMÜNÜ VESİLESİYLE FOTOĞRAFIN İKİ YÜZÜ
Bilindiği gibi Paris Komünü (18 mart-28 mayıs 1871) 72 günlük ‘komünizm deneyimi’ olarak tarihe geçer. Dünyadan ve Türkiye’den Paris’e gidenlerin neredeyse ilk uğrak yeri Père-Lachaise Mezarlığı’dır. Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve dünyanın tanınmış birçok insanının yattığı bu mezarlık değerini 1871 Paris komün günlerinden almaktadır. Komün yenilmiş ve 147 komünar bu mezarlığın duvarında kurşuna dizilmiş ve orada açılan bir çukura gömülmüşlerdir. Mezarlığın bu duvarı günümüzde başta Fransız komünistleri olmak üzere dünya solunun anma merkezi olmuştur.
Dönemin Parisli fotoğrafçıları bu süreci belgelemişler. Kimi stüdyo, kimi gazeteci olan bu fotoğrafçılar yaşanan gerçekliğe tanıklık etmişlerdir. Bugün bizlere toplumsal hafıza olarak bırakmışlardır. Fotoğrafları artık anonimleşen fotoğrafçıları saygıyla analım; André-Adolphe-Eugène Disdéri, Agusta Hippolyte Collard, Agusta Bruno Braquehais, Eugene Appert, Gandenzio Marconi, …
‘’… Paris Komünü, birçok komünist önderin saygısını kazandı. Mao sürekli Komüne referans verdi. Lenin, Marx’la birlikte Komünü proletarya diktatörlüğünün yaşanmış bir örneği olarak niteledi. Cenazesinde bedeni Komünden kalan kızıl bir bayrağa sarıldı. Sovyet uzay gemisi Voskhod 1 Paris Komünü’nden kalan bir afiş taşıyordu. Bolşevikler Sivastopol adlı savaş gemisinin adını Komünün şerefine Parijkaya Kommuna olarak değiştirdiler.’’ ( Wikipedia)
2014 yılında yazdığım yazımı güncelliği nedeniyle alıntılayarak devam ediyorum.


BÜTÜN İYİ YURTTAŞLAR AYAĞA!


‘’Barikatlara koşun! Düşman şehrin duvarlarındadır! Cumhuriyet için, Komün için, Hürriyet için ileri! Silah başına!” Milli Selamet Komitesi / 22 Mayıs 1871
… Zafer günlerinde direnişlerde barikatlarda çekilen fotoğraflar, daha sonra bu insanların idamında ve katledilmelerinde kullanılmıştır. Tıpkı Şili, Arjantin, Yunanistan ve 12 Eylül 1980 Türkiyesi’nde ve de dünyanın birçok yerinde fotoğraf bir belge ve kanıt olarak iktidarlar tarafından kullanılmıştır. Gelişen teknoloji artık doğrudan iktidarın toplumu gözetleme aracı olarak kullandığı kameralar dünyasıyla gelişmelerini devam ettirmekte.



KOMÜN; ‘’DÜNYA CUMHURİYETİ, BAYRAĞI KIZIL, MARŞI ENTERNASYONEL’DİR.’’


Paris Komünü bir deneyim olmasının yanında, komünistlerin bayrağı olan kızıl bayrağın ve enternasyonal marşının da anasıdır. Komün, işçi sınıfına, proletarya enternasyonalizminin simgeleşen  kızıl bayrak ve enternasyonal marşını miras bırakmıştır.
Paris Komünü’nün 5 Nisan 1871 tarihli bildirisinde komüncüler ilk defa bayraklarının “kızıl bayrak” olduğunu ve kızıl bayrağın da “Dünya Cumhuriyetinin Bayrağı” olduğunu burada tüm dünya proletaryasına ilk kez açıklarlar. İşte o andan itibaren, komünistlerin ve proletaryanın bayrağı kızıl bayrak olmuş ve ulusal bayraklar da sınıf bilinçli işçiler için fiilen ilk kez o gün, bir daha geri dönmemecesine tarihe karışmıştır.
Enternasyonal Marşı’nın sözlerini Paris Komünü üyelerinden aynı zamanda Uluslararası Emekçiler Derneğinin Paris Federasyonu Başkanı olan Eugéne Pottier Komünün yenilgisinden hemen sonra Haziran 1871’de yazmıştır. Bestesi daha sonra 1888’de Lille’li Sanayi İşçisi Pierre Degeyter tarafından yapılmıştır. (Şimdi kalkıp 1 Mayıs’ta milli marşların ve ulusal bayrakların kullanımı konusunda diretenlere not olarak hatırlatalım) malum önümüz 1 Mayıs.
Yaklaşık 200 yıllık tarihi incelediğimizde neredeyse belgesel fotoğraf, sınıf mücadeleleri tarihi ile gelişimini bir eş zamanlılık ile kuruyor. Fotoğrafın icadından bu yana olan gelişmeler toplumsal değişim ve mücadeleler tarihiyle senkronlanıyor.
1920’li yıllara oranla daha modern görünseler de aynı sorunları yaşamıyor muyuz? Kapitalizmin krizleri devam ediyor. Çocuk işçiler yine var, terörle mücadele adına çocuklar sorgulanıyor hapse atılıyor, savaşlar emperyalistlerin oyun alanları olmaya devam ediyor. Kredi kartları mağduru insanlar intihar ediyor. Her geçen gün yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin olmaya devam ediyor. Önce vatan, önce ahlak diyerek ezilenleri milliyetçilik, ulusallık batağında yok etmeye çalışıyorlar. Vatan insanın karnının doyduğu yerdir. Yaşanan göç olgusu bunu göstermiyor mu? Yoksulluğun vatanı olmaz. B.Breht ‘’Ekmek olmadan ahlak olmaz’’ der. Barınma hakkı, Eğitim hakkı ve Sağlık hakkı en büyük insanlık sorunu. Kolera günlerinden sonra Corona virüs günlerini yaşıyoruz.
Bugün yaşadıklarımıza bakınca, dertler değişmeden, tarihlerin de değişmediğini görüyoruz. O zaman tarihi değiştirmek için verilen mücadelede, fotoğraf makinelerini bir silah gibi kullanmak biz fotoğrafçılara düşmüyor mu? Ama sorumlulukla deklanşöre basarken iki kez düşünerek…










480-Grup Yorum'a özgürlük...Evrensel 13 mart 2020-özcan yaman

Grup Yorum'a özgürlük...

Şimdiye kadar Grup Yorum ve ölüm/açlık grevleriyle ilgili yazmaya bir türlü elim gitmedi. Aylardır, İbrahim’in, Helin’in eriyişlerinin, taleplerinin kabulüyle biteceği inancımı korumaya çalıştım.
12 Eylül 1980 faşizmi sonrası 1985 yılında kurulan Grup Yorum yaptıkları müzikle muhalif sanatçı kimlikleriyle binlerce kitleye hitap etmiş, müzikleriyle hayat vermişlerdir. Türkü söylemek, muhalif dahası solcu müzik yapmak suçlarından sayısız baskı ve şiddet ile karşılaştılar. Kültür merkezleri basıldı, müzik aletleri kırıldı, arşivleri talan edildi, hapislere girip çıktılar. Her seferinde küllerinden doğdular. 2010 yılında Beşiktaş’ta 25. yıl konserleriyle binlerce kişiyle tek yürek oldular…
Ülkenin kaotik siyasal ve sosyal sorunlarına karşı müzikleriyle sözlerini söylüyorlardı ki tutuklamalar, gözaltılar ve baskılarla karşılaştılar. Her geçen yıl bir öncekini aratan antidemokratik uygulamalar sonucu açlık grevi derken ölüm orucuyla yollarına devam kararı aldılar. Hallacı Mansur’un tanımlamasıyla ‘‘Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir’’ sözünü hayata geçirdiler.   
Grup Yorum üyeleri, çalışmalarını yürüttükleri İdil Kültür Merkezine polis baskınlarının son bulması, üyelerinin İçişleri Bakanlığının arananlar listesinden çıkarılması, 3 yıldır devam eden konser yasaklarının kaldırılması ve üyelerinin serbest bırakılması taleplerinin gerçekleştirilmesini istiyorlar.  
Açık hapishaneye dönüşen ülkenin demokratik kitle örgütlerinin sesinin kısıldığı, demokratik hakların rafa kalktığı bir ülkede vicdanlarımız ağrıyor. Tabloya bakın, üyeleri ölüm orucunda, avukatları açlık grevinde. İşte Türkiye manzarası…
İbrahim Gökçek ve Helin Bölek bir deri bir kemiğe dönüş(türül)müşler. Zorla hastaneye kaldırılmışlar. Gitar çalan, mikrofon tutan eller işlevlerini yitirmiş, sesleri çıkamayacak hale gelmişler. Vicdanlar susmuş, sessizlik yayılıyor her yana… Yarın geç olduğunda bu yükün altından nasıl kalkacağız?
“Konserlerimiz yasaklanmasın, kültür merkezimiz keyfi olarak basılıp talan edilmesin, keyfi olarak tutuklanan müzisyen arkadaşlarımız serbest bırakılsın, adil yargılanma olsun…” Talepleriyle ölüm ve açlık grevine başlayan Grup Yorum’u seversiniz, sevmezsiniz. Eylem yöntemini benimsersiniz, benimsemezsiniz. Ama ölüyorlar… Görülüyor ki bu kente değil, bu ülkeye ıssızlık çökmüş…
akşam olunca  / her taşın altında sıkıyönetim / bütün sokaklar mavi bereli /
seslere sağırlaşır kulaklar / ne komşu ağıtları duyulur / ne kayıplar yargılı yargısız /
ne açlar açlık grevleri / ne de ölüm oruçları / her ev kendine konuşur /
kendini dinler gece olunca /unutup diğerlerini…” (Adil Okay)



fotoğraflar özcan yaman

479-Taksim Meydan platformu-Evrensel 21 Şubat 2020-özcan yaman

Fotoğraflar:Özcan Yaman
Taksim Meydan platformu
Taksim Meydanı’nın durumu İstanbulluların bir hayli içini acıtıyor. Yolu Taksim’den geçenler İstiklal girişinde Aya Triada Ortodoks Kilisesi’nin önündeki hamburgercilerin arasından utangaç halini, yeni yapılmakta olan cami ile Osmanlı’nın kudretini simgelercesine alana hakimiyet kurdurulmasını görür meydanda. Diğer uçta iktidarın zor kullanarak yıktığı AKM yerine yükselen inşaat ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişi sorgulanır. Gezi Parkı ilk fırsatta inşaat alanı yapılmak üzere rezerv halinde tutulduğu izlenimiyle polis merkezi olarak duruyor. Ortada metro girişiyle koca taş meydan. Saksılarda ağaçlarla yeşillik sorunu çözülmüş(!) Meydanda sirk çadırı gibi duran CİB’in (Cumhurbaşkanlığı iletişim Başkanlığı) koca sanat(!) çadırı. Hele bir ara Elmadağ yönündeki panayır çadırları, alanı rezalet ötesine taşıyordu. Nasılsa panayır çadırı (Zannediyorum önceki belediyenin kurdurduğu) kaldırıldı.
Meydanlara bu zevksiz çadır/konutlar nasıl, hangi kurumların kararıyla konur bilmiyorum. Yazın meydana döşenen taşların yaydığı sıcaklığın rahatsızlığıyla, kışın soğuğuyla; üstüne görselliğin rezilliğinde yaşamak zorunda olan İstanbullular benim gibi ‘Ne olacak bu meydanın hali’ diye soruyorlardı.
‘Her şey güzel olacak’ diyerek milyonların desteğiyle iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun icraatlarının Taksim ayağı merak ediliyordu. Bazı arkadaşlara ‘Ara Güler sanat çadırı ne zaman kalkacak’ dediğimde ‘Belediyenin gücü yetmez, o çadır CİB’in’ demişlerdi.
Bir hafta önce meydanın ortasına bir şey yapılırken görünce pek anlamamıştım. Yapı bitince estetiğiyle, mimarisiyle bir platform olduğu ortaya çıktı. “Kavuşma Durağı” adı verilen ‘İstanbul’un kalbi Taksim’ sloganıyla İstanbulluların ziyaretine açıldı. Merak ettim dolaştım. Taksim Meydanı’nın ne olacağına İstanbulluların karar vereceği bir platform ve mini bir dokümanter Taksim Meydan tarihi sergisi gördüm. Üstü merdiven biçiminde oval amfi tiyatro havasında insanların oturup dinlendiği, konuşmaların yapılabildiği ve dileyenin selfi çekip, merkezden çevreyi panoramik izledikleri bir platform. Diğerlerinden (çadırlardan) farklı mimariyle, estetikle, alışılmışın dışında bir anıt havasında olmasını sevdim. Gerçekten alanın kaderini Taksim’e yakışan bir estetikle tartışacak bir platform fikrinin yaratıcı olduğunu düşünüyordum ki beklenen oldu. Koruma kurulu acilen toplanıp sit alanı üzerine izinsiz yapıldığı gerekçesiyle 15 gün içinde yıkım kararı verdi. Şimdiye kadar konulan çadırları görmeyen kurulun Taksim platform yapısını ya da Kavuşma Durağını daha inşa aşamasında görmesi manidar geldi. Acaba kalıcı bir anıt mı zannettiler diye iyi niyetle yorumladım. Fakat onunla birlikte miadı dolmuş olan CİB çadırının da kaldırılmasını istemiş. Bakın ne kadar eşitlikçiler. Yazıyı yazdığım gün baktım çadır kaldırılmaya başlanmış. Platformu, çadırsız meydanda görmek güzel olacak gibi. Cami ile AKM arasında görsel bir zevk. İmamoğlu, bir oba çadırı, Osmanlı çadırı gibi bir şey yapıp üzerine yüz ünlü Türk büyüklerini assaydı, ya da padişahlarla birlikte Atatürk fotoğrafını koysaydı yıkım kararı verilir miydi? Hiç zannetmiyorum. Ama o zaman bu yazı İmamoğlu’nu eleştiren bir yazı olurdu.  Ben İmamoğlu’nun bu girişimini beğendim. İstanbul halkının, göstereceği direncin de arkasında olacağını düşünüyorum.
Meydanlar bir kentin hatta bir ülkenin hafızalarıdır. Toplumsal hafızaları meydanları kullanarak yok etmeye çalışırlar. Gidin 1980’lerdeki Taksim Meydanı fotoğrafını görün. Sergideki fotoğraflar nereden nereye gelindiğini özetliyor.
Bu yazıyı okuyanlara birkaç gün içinde yıkılması emredilen böyle bir çalışmayı ortadan kalkmadan görmelerini öneriyorum. Ekrem İmamoğlu’na bir karşı koyuşu gerçekleştirdiği için de teşekkür ediyorum.













478-Cenk Mirat Pekcanattı ve çağrı- Evrensel 14 şubat 2020-özcan yaman

Cenk Mirat Pekcanattı ve çağrı

Geçen hafta fotoğrafçı bir arkadaşımla fotoğraf dünyası, fotoğraf kurumlarının durumu, fotoğraf yarışmalarını konuşurken, konu son haftalarda yazdığım fotoğraf dünyamızın ustalarıyla olan anılara geldi. Sabit Kalfagil, Fikret Otyam, Yılmaz Kaini’yi bir kez daha anıp, Cenk Mirat Pekcanattı’nın kampanyasını tartıştık. Aslında tartışılacak bir şey yok. Cenk Mirat olması gerekene destek istiyordu. Neyse o akşam hem Sabit Hoca’nın hem de Beşiktaş Belediyesinin başlatıp yarım bıraktığı Fotoİstanbul Festival çağrısına destek kampanyasına imza attım.
Ben imzamı Cenk’e destek olmak için attım. Biliyorum ki ne fotoğraf kurumları (Güçleri, konumları / olmayan özerklikleri itibariyle) ne de devlet (üniversiteler, Kültür Bakanlığı) bu işlerle ilgilenir. Ancak bir sermaye şirketi yatırım sonucu kâr edebileceğini görürse o ay bu mesele gerçekleşir. Sonra devlet ülke ülke dolaştırır, hava artar. Gerçekleşmiş örnek var mı derseniz Ara Güler mevzuu…
Neden mi bu kadar umutsuz, ya da ters düşünüyorum. Çünkü mülkiyet ilişkileri ve miras hukuku değişmeden bu ve benzeri meselelerin düzelmeyeceğini biliyorum. O zaman da sermaye şirketleri bari işe el atsın hiç demiyorum. Bu konularda yine Nâzım Hikmet mevzunda yazmıştım oradaki fikrim sabit, özneleri değiştirin fotoğraf dünyasına uygulayın. 
“Ooo, devrim olup mülkiyet ilişkilerinin düzelmesini beklersek...” Doğru daha çok bekleriz. Demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesi yalnız işçilerin değil, aynı zamanda kültür alanındaki kurumların, bilim-sanat insanlarının da mücadelesidir. Bu alanları temsil ettiğini söyleyen siyasi partilerin kültür kurumlarının da meselesidir. Örgütlü toplum olmadan bu sorunların çözülmeyeceğini düşünüyorum.  Şimdi bu saydıklarım ne durumda ona bakmak lazım. Gördüğüm daha çoook yol katedeceğimiz, bu arada güncel sorunların ağırlığı işin çabası. Bir sürü gazeteci, bilim-sanat insanı hapiste ya da oto sansürle zamanı geçiriyor. Grup Yorum ölüm orucunun nirengi noktasında, savaş kapıda. Diğer yanda mütevazı en doğal istekler (Ülkenin yetiştirdiği değerli fotoğraf ustalarımızın eserlerinin korunup kollanması) talepler gerçekle ne kadar örtüşüyor diye düşünüyorum. Özerk olmayan YÖK bu talepleri ne kadar talep edebilir? Oysaki Yunanistan darbesine karşı direnen bir ‘Politeknik’ üniversitesini düşünün rektörüyle, öğrencisiyle… Merak edenlere; Costa Gavras’ın ‘Ölümsüz Z’ filmi tavsiye olunur. Üniversitesi özerk bile olamayan bir ülkenin vah geleceği demekten başka bir şey elimden gelmiyor…
Gelelim yazımın başlığı Cenk Mirat Pekcanattı arkadaşıma. Kendisiyle şahsen tanışmıyorum. Uzun zamandır çeşitli mecralardaki çalışmalarını takip ediyorum. Kendisi bir kurum gibi tek başına bir sürü işin altında üretiyor, yazıyor çiziyor, öneriyor. Foto fanzinden (Gölge Fanzin), podcaste, blogdan, sosyal medyaya fotoğraf adına ne varsa yapmaya çalışıyor. Birçok fotoğraf kurumundan daha faydalı ve işini dirayetle sürdürüyor. Gerçekten takdir ediyorum. İmza kampanyalarına da o yüzden katıldım. En azından denedik demek için bile olsa dedim. Umarım Cenk Mirat bu noktada beni anlayışla karşılar… Cenk Mirat gibi Sabit Hoca’nın en azından öğrencisi olmuş, birlikte gezilere gitmiş, evine misafir olmuş ve fotoğraf üzerine tartışmış olan ben de en az Cenk Mirat kadar değerli miraslara sahip çıkılmasını ziyadesiyle istiyorum.  Keşke yukarıda saydıklarımda yanılsam. Sözün özü kendi gücümüzü ortaya koyarsak başarabiliriz, yoksa devletin, resmi mirasçıların, kapitalist çıkar hesapları arasında daha birçok ustamızın ezileceği açık.
Ne diyordu Marx, ‘Kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser!’ Ya bu mirasların çok para veya prestij getireceğine inandırılacak sermaye şirketleri tavlanacak (Ki ben onlara karşıyım) ya da devlet halkın devleti olacak. Bu durum sanatın siyasetle nakış gibi işlenmesi demektir. Bu imza kampanyalarını da demokratik talepler olarak görüyorum.
Cenk Mirat’ın çağrılarını paylaşarak bu demokratik sorumluluk girişimine köşemden destek olmak istiyorum.



477-Üniversitelerde fotoğraf eğitimi-Evrensel 07 Şubat 2020-özcan yaman

Fotoğraf: Özcan Yaman

Üniversitelerde fotoğraf eğitimi

2006 yılından geçen yıla kadar Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde zorunlu ve seçmeli fotoğraf derslerinde eğitmenlik yaptım. Fotoğraf bölümü yoktu. Grafik bölümünde zorunlu ders olarak okutuluyordu.
Rektör rahmetli Ahmet Serpil’e demiştim ki, hocam neden fotoğraf bölümü açmıyorsunuz? "Gerek yok, günümüzde fotoğraf tıptan, mimarlığa, matematikten güzel sanatlara her bölümün ihtiyacı. Hatta elinde telefon olan herkesin ihtiyacı. O yüzden bence bütün bölümlere seçmeli olarak konulsun daha iyi" demişti. Rektör Ahmet Bey, fotoğraf eğitimini teknik bir konu olarak algılıyor, güzel sanatlar kültürüyle verilecek bir eğitim olarak düşünmüyordu.
Meseleyi fotoğrafın teknik olarak (zanaat açısından) öğrenilmesi olarak düşünürsek dört yıl lisans eğitimi bence uzun. Yalnızca fotoğraf için değil diğer resim, tekstil, seramik gibi alanlar için de uzun. İki yıllık bir eğitim yeterli.
Ama meseleyi güzel sanatlar kültürü olarak düşünürsek az bile sayılır. Ben eksikliğin burada olduğunu düşünüyorum. Güzel sanatları bitirip “insanlık tarihini” bilmeyen sanatçı adayları teknik elemanlar olarak hayata atılıyor. Böyle bir eğitim sisteminde gerçekten dört yıl uzun. Meslek lisesi bilgisiyle üniversite mezunluğu bizim ülkeye mahsustur herhalde.
Geçen haftalarda “Okullu fotoğrafçı olmak” başlığıyla kendi zamanımızdaki eğitimden örnekler vermiştim. Daha iyi olacakken daha da kötüye giden bir güzel sanatlar eğitimi var maalesef. Özel/vakıf üniversitelerinin derdi para, iktidarın derdi üniversite mezunu işsizler yaratmak olunca muhafazakar eğitim sistemi diye iki oda bir salon üniversitelerin açılmasıyla kalite düştükçe düştü. Öncelikle ciddiyet eksikliği var.
fotoğraf: Özcan Yaman
Fotoğraf bölümüne girmek isteyenlere şunu öneriyorum.
Hiç gerek yok. Gidin felsefe, sosyoloji, psikoloji bölümlerinde okuyun. (Güzel sanatlara oranla en azından daha tercih edilebilir diye düşünüyorum). Fotoğrafın teknik beceri kısımlarını öğrenmek için bir yıl yeter onu da kurslar sağlar. Çünkü fotoğraf demek düşünmeyi, sorgulamayı bilmek, öğrenmek demektir. Önceliğimiz beyni geliştirmek olmalı. Maalesef güzel sanatlarda artık reklam piyasasına eleman yetiştirilmeye çalışılıyor. Grafiker bilgisayar operatörü, fotoğrafçı Instagram’a ürün fotoğrafları çekecek eleman olarak düşünülüyor. Sanatçı adaylığını unutun gitsin. Alternatif eğitimlerle kendinizi yetiştireceksiniz. Bu düşüncelerim bugün için geçerli tabii ki. Bir zaman gelir de GSF’ler hak ettiği kaliteyi verirse tabii ki sevdiğiniz ve istediğiniz bölümü seçin.
Fotoğrafçı kimdir ya da kim olmalıdır dersek, teknik birtakım değerleri makineye yüklemenin dışında, düşünceyi objektifin süzgecinden geçirerek ifade eden kişidir diyebilirim. Eğer GSF’de okuyorsanız alternatif yollardan (felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat tarihi gibi) eksikliklerinizi doldurmaya çalışınız.
Okullu olmak “sanat kültürlü” olmak demektir. Hangi bölümde okursanız okuyun sanat kültürünüzü geliştirin sonrasında iyi bir fotoğrafçı olabilirsiniz.
Fotograf özcan yaman

476-Okullu fotoğrafçı -2- Evrensel 31 Ocak 2020-özcan yaman

Okullu fotoğrafçı -2

1984-85 yıllarında fotoğraf dersleri ağırlık kazanmaya başlamıştı. Haftanın birçok gününü, Salı Pazarı’nda ‘Geleneksel Türk El Sanatları’ bölümüyle ortak kullanılan bir binada geçirmeye başlamıştık. Aklıma gelen dersler ve hocalarımız şöyleydi: Belgesel fotoğraf ve siyah beyaz karanlık oda dersleri Sabit Kalfagil, çekim teknikleri ve ileri fotoğraf teknolojileri teorisi dersleri Yılmaz Kaini, portre-stüdyo Cafer Türkmen, fotoğraf fiziği ve mekanik Ercüment Tarcan, mimari fotoğraf Reha Günay, deneysel fotoğraf Ahmet Öner Gezgin, renkli karanlık oda dersi Tunç Tüfekçi, endüstriyel fotoğraf Yaşar Atankazanır, fotoğraf kimyası Sema Hanım, fotoğrafta estetik ve kompozisyon dersi İsmail Faruk Erendağ, görsel iletişim Gülnur Sözmen. İlk anda aklıma gelenler ve hatırlayamadıklarımdan özür.

USTA ÇIRAK İLİŞKİLİ EĞİTİM

Bugünkü eğitim sistemiyle kıyasladığımda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Hem de 12 eylül sonrası koşulların zorluğunda. Yeni açılmış bir fotoğraf bölümünün ders ve hoca kadrosuna bakar mısınız? Hoca öğrenci ilişkisi yer yer usta çırak ilişkisiydi. O derslerden geçen birçok öğrenci bugün fotoğraf dünyasının önemli temsilcileri. Örneğin, Melih Akoğul, Kamil Fırat, Yaşar Saraçoğlu, Yalçın Çakır (Namıdiğer Yalçın Abi), Sinan Koçaslan, Yaşar Saraçoğlu. Zaman zaman birçok fotoğrafçı da ya Mimar Sinan Üniversitesi (MSÜ) ya da Marmara Üniversitesi mezunu olarak karşıma çıkıyor. Basında, reklam fotoğrafçılığında, akademik çalışmalarda ve öğretim görevlisi olarak bu okullu fotoğrafçılarla karşılaşıyorum.

özcan yaman sabit kalfagil. özcan yaman arşivinden.

Benim dönemimde hoca öğrenci ilişkileri usta çırak ilişkisi gibiydi. Hocalar arasında Yılmaz Kaini ve Sabit Kalfagil ve Gülnur Sözmen’le olan yıllar unutamadığım zamanlardır. Yılmaz hocanın etrafında 4-5 arkadaş ağır ağır Kazancı Yokuşu’ndan çıkar, yolda fırından taze çörekler alırdık. Tepebaşında Haliç manzaralı ev-atölyesine gider Ansel Adams’ın zone sisteminden karanlık odada örnekler üzerine konuşurduk. Şaraplarımızı Haliç manzarasına karşı içerken gittiğimiz fotoğraf sergilerinin tartışmasını sürdürürdük. Tatil programlarımızı yapar İstanbul içi, dışı fotoğraf gezileri düzenlerdik. Yılmaz Hoca ve Sabit Hoca’yla birlikte de çokça gezilerimiz oldu. Minibüs kiralayıp Molova Kemerlerine gitmiştik. Merih Akoğul, Yaşar Saraçoğlu ve bizim sınıftan birçok arkadaşla hem turisttik hem de fotoğraf çekimi yapmıştık. Fethiye Dalyan Kral Mezarlarına gitmiştik yine hocalarla birlikte. Sabit Hoca’yla Yavuz Sultan Camii’ne gitmiştik.  Minarede, bize etrafı geniş çekin diyordu. Hocam objektifimiz yok deyince koca çantasını açıp ‘Al bunu kullan’ diyerek geniş açı objektifini vermişti. Arkadaş gibi yiyor, içiyor, eğleniyor ve pratikte öğreniyorduk. Eğitimlerimiz programla sınırlı değildi. Düşünün böyle bir ilişki içinde dersten de kalıyorduk. Hiç unutmam, son sınıf proje ödevinden kalmıştım. Belgesel, çekim teknikleri ve karanlık oda derslerinin birleşimiyle yarım dönem bir konu çalışıyoruz. Benim konum Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii. Sabit Hoca’yla her hafta 18x24 kağıda filmleri koyup kontak baskı yapıyorduk. Hoca şöyle bir bakıyor ‘olmamış olmamış, Yaman’ diyor beğenmediği zaman haftaya yeniden getirmemizi istiyordu. Her seferinde bir iki kare seçer ve kadrajlardı. Sabit Hoca’nın bilmediği tarihi mekan, yapı yok. Bazen tiyo verirdi. Öğleden önce şuradaki binanın filanca katından bilmem ne atölyesinin penceresinden çek. Yarım dönem de Beyoğlu’nun fotoğraflarını çekmiştim. Yine noktasal yerler söylerdi. Sonra baskıları yapar sınıfa asardık. Sabit Hoca, Yılmaz Hoca ve Kıdemli Asistan Pelin dolaşıp, notlar verirlerdi. Hocalarla o kadar kankayız. Kötü baskı veya kadrajla geçebilir miyiz? Mümkün değil. Yılmaz Hoca fotoğraflara bakıp ‘Bu ne ya hepsi gri, siyahlar nerde’ diye bağırdı. Ben tüm şirinliğimle, hocam biliyorsunuz yeni evlendim, bir de çocuğum var evde karanlık odayı doğru düzgün kullanamadım, falan diye gerekçeler uyduruyor, biraz da kendime acındırıyorum. “Beni ilgilendirmez kaldın” diyerek bırakmıştı. Ama bir saat sonra sanki bırakmamış gibi koluma girerek atölyesine gitmiştik. Bizim hocalarla ilişkimiz böyleydi. Onlardan aldığımız birikimle bizler de eğitimciliğimizi yaptık, yapıyoruz. İyi ki ülkenin bu değerli hocalarını tanıdım. Benim sevgili büyük arkadaşlarım ve ustalarım oldular, ne mutlu bana.
...
1988’de MSÜ’yü bitirdim. Askerlik, iş hayatı derken arada bir görüşür olduk, sonrasında koptuk gittik. Hayat akmaya devam ediyor ve anılarım onları bana hep hatırlatıyor.

yılmaz kaini: fotograf; özcan yaman

475-Okullu fotoğrafçı olmak- Evrensel 24 Ocak 2020-özcan yaman

Okullu fotoğrafçı olmak


Yıllar ilerledikçe anılar birikiyor. Zaman zaman anılarımızı aktarmakta önem kazanıyor.
Liseyi yeni bitirmiş, akademide okuyan Esat Papila’nın ‘fotoğrafa meraklı bir çocuk ‘ olarak beni çağırmasıyla Gülnur Sözmen’in Planar grafik/fotoğraf atölyesinde çıraklığa başlamıştım. Karanlık odacı derken Gülnur ablaya asistanlık yapar hale gelmiştim. Birkaç ay geçmişti ve üniversite sınavları falan derken bir gün Gülnur abla ‘Abi ne yapacaksın’ dedi. Ben de ‘Motor meslek lisesini bitirdim, motorcu falan olurum ya da teknik öğretmen okuluna giderim’ gibi bir şeyler söyledim. Bana ‘Manyak mısın sen, akademiye girsene hem fotoğraf bölümü de açıldı. Fotoğraf alanında gayet başarılısın’ dedi. Bende ‘Abla akademi burjuva okulu orada okumak için zengin olmak lazım. Bir rapido, şöhler, kağıt kaç para ben garibanım, Hem yetenek sınavı falan ben düz çizgi çizemiyorum’ deyince bana kızdı. Oğlum atölyede yok yok, stüdyo makineler hepsini kullanıyorsun zaten. Sen çalış yeter ki’ dedi. Hemen telefona sarıldı ‘Aslan sana bir çocuk yollayacağım akademi fotoğraf bölümüne girecek’ dedi.  Beşiktaş Yıldız Dershanesinde Ressam Aslan Eroğlu ve Mimar Sadri eşi Çiğdem o zamanlar akademi son sınıf ya da yeni bitirmişler güzel sanatlara giriş kursları veriyorlar. Ertesi gün gittim. Beni önce bir güzel sözlü sınav yaptılar. Neden güzel sanatlara girmek istiyorsun? Hayda… neyse her gün 9.00-13.00 arası elimde 50x70 duralit kağıt, kurşun kalem çiz babam çiz. Sıkı bir çalışmayla sınavlara girdik. Bir sürü aşamalardan geçtik. Garantiye almak içinde aynı zamanda Marmara Üniversitesinin de sınavlarına giriyorum. Sonuçta Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümünü 2. Olarak Marmara Üniversitesi Tekstil Bölümünü 40. (Ve benden sonra yedekler başlıyordu) kazandım. Heyecanla atölyeye gittim “Abla ben ne yapayım Tekstili de fotoğrafı da kazandım” deyince, Gülnur abla sarıldı ve dedi ki; Bak oğlum para kazanmak ve zengin olmak istiyorsan tekstil bölümü, ama sevdiğim işi yapayım diyorsan fotoğrafı seç. Sonra para verdi’ hadi kutlayalım git tatlı al bakalım.’ İkimiz pastaneden tatlıları aldık ve ilk kutlamayı böylece yaptık.
Gülnur Sözmen, Esat Papila ve Ercan Kabail bu dönemimin unutulmaz isimleridir.
1982 Yılında MSÜ. Fotoğraf Ana Sanat Dalında üniversiteye başladım. Yine planar grafikte çalışıyorum. Hatta geceleri orada kalıyorum. 4x5 inç linhof, 6x7 pentax, 6x6 Rolleifleks, 35mm Miranda ilk aklıma gelen makine parkuru, Elincrome paraflaş ve spot aydınlatma ışıkları ve Krokus agrandizörlü karanlık oda. Gülnur ablanın ciddi ciddi asistanı olmuştum. Bir yandan da ‘Ben zaten fotoğrafı biliyorum. Okul bana ne öğretecek ki? Diye kasım kasım kasılıyorum. İlk yıl neredeyse fotoğraf dersi yok. Ağırlıklı olarak güzel sanatlar kültürü üzerine. Diğer bölümlerle ortak dersler ve çoğu anfilerde yapılıyordu. Teknik resim, dünya sanat tarihi, Türk(iye) sanat tarihi, uygarlık tarihi (Hilmi Yavuz geliyordu) İngilizce, temel sanat eğitimi (Gevher Bozkurt geliyordu) gibi dersler ilk aklıma gelenlerden. Sonraları fotoğraf dersleri sayıları arttı. Temel fotoğraf, çekim teknikleri, görsel iletişim, fotoğraf felsefesi, siyah beyaz karanlık oda, renkli fotoğraf, fotoğraf fiziği, fotoğraf kimyası, portre fotoğrafçılığı, belgesel fotoğraf…
İlk yılı atlattık ikinci yıla girdiğimde hayatımın değişme noktalarından birini daha yaşadım. Belgesel dersi hocamız Sabit Kalfagil beni yanına çağırdı ‘şehir tiyatrolarından fotoğrafçı istiyorlar, gözüme seni kestirdim. Engin Uludağ beyi gör benim yolladığımı söyle’ dedi. Heyecanla Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na gittim. Basın bürosunda Tayfun Türkili ile Engin Uludağ’ı buldum. Bana portfolyon nerede? dedi. Şaşırmıştım, yok dedim. Hiç tiyatro fotoğrafı çekmedim ama yapabilirim dedim. Sonra madem Sabit yolladı işe yararsın, ama yönetim kuruluna seni önermem için tiyatro fotoğraflarını görmemiz lazım’ dedi. Sezon bitmiş, Rumeli Hisarında yaz oyunları başlayacaktı.  İki tane ilford HP5 (400 asa) film verdi. ‘Ben kapıya yeni fotoğrafçı olarak ismini vereceğim prova günlerini öğren bu 2 filmle çekimleri yap kağıda bas getir. Sonra yönetim kurulu ne derse o’ dedi. Neyse ‘Antonıus ve Kleopatra’ oyunu 70 kişilik kadrosuyla Rumeli hisarı kalesinde ilk çektiğim tiyatro oldu. Ben çekimleri kendimce bitirdim. Yönetmen haber yolladı yarın fotoğraf provası var fotoğrafları çekeceksin, flaşı unutma! Allah allah ben çektim ama falan. Ertesi gün flaş makine hazır gittim. Burçin Oraloğlu ‘yeni fotoğrafçı sen misin’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Ben sahne sahnede durduracağım sen de flaşla çekeceksin’ dedi. Elindeki listeden ‘birinci perde bilmem kaçıncı sahne’ diyor, oyuncular yerlerini alıyor poz vermeye başlıyorlar. Ben de çekiyorum. Böylece 4 film bitirdim. İki ayrı zarfa bir kendi kafama göre flaşsız çektiklerimi diğer zarfa onların poz verdirerek flaşla çektirdiklerini koydum Engin Uludağ’a verdim. Sonrada durumu anlattım. Bana ‘seni telefonla ararız bir inceleyelim’ dedi.
Böylece bir yandan atölye diğer yandan şehir tiyatroları ve okul hayatım sürmeye başladı.
(devamı haftaya)
Fotoğraf Özcan Yaman arşivi. Gülnur Sözmen'le...


474-Hayatı anlamlı kılmak- Evrensel 03 Aralık 2020- özcan yaman

Fotoğraf: Özcan Yaman

Hayatı anlamlı kılmak

İnsanlar, yüz yıllar boyunca hayata anlam katmak için bilim ve sanat denilen alanlar yaratmışlar. Bilim çok mu gerekliydi? Evet.
Bilimsel gelişmelerle insanın doğa karşısında güçlenmesi, hayatı kolaylaştırıcı icatlar yapması ne güzel, ne faydalı... Hastalıklara karşı ilaçlar; makineler, bilgisayarlar, akıllı telefonlar... İnsanlık aleminin somut dünyasıdır.
Peki ya sanat? Çok mu gerekli? Evet.
‘Hayatın bir anlamı olmalı’ deriz. Düşüncelerimizin farklı araç ve gereçlerle ifade edilmelerinin gerekliliği sanat dediğimiz alanı açar. Tasarım, kurgu ve sunuş bir sanattır. İnsanlık aleminin soyut dünyasıdır.
Bilim de sanat da nesnel gerçeklikten yola çıkarak hayatın yeniden uygulama ve yorumlanmasıdır.  Bizden bağımsız, mevcut koşulların olay ve olguların dünyasından bahsederiz. Uygulamak ve yorumlamak; neyi? Nesnel gerçekliği. Nasıl? İşte burada bir yönteme ihtiyaç duyarız.  Bu yöntem bizlerin dünyayı algılayışı ve yorumlayışı olur. Bilim de sanat da ideolojik bir içerik taşır.
Bilim deyince şöyle bir dururuz, ‘insanlık için faydalı bir alan’ deriz. Sanat mı? ‘Parası olanın işi’ deriz. Oysa sanat olmasa bilimin de olamayacağını pek düşünmeyiz. Bir tahterevalli düşünün bir ucu bilim diğer ucu sanat. Biri olmadan diğeri olmaz. Felsefe doğru düşünme, yol ve yöntem araştırma alanıdır. Yüz yıllardır felsefe insanlığın ilerlemesinde önemli olmuştur.
‘’Düşünce mi, madde mi önemlidir ya da önce gelir?’’ sorusu uzun yıllar tartışılmıştır. Dünyayı yönetenler bu iki düşünce biçiminden biriyle nesnel gerçekliği yorumlamışlardır. Marx bu iki karşıt düşüncenin birlikteliğini göstermiş ve ‘Diyalektik materyalizm’ olarak tanımlayarak yöntem meselesini çözmüştür. Tarihi anlama ve sınıflandırmayı da ‘Tarihi materyalizm’ olarak bilimselleştirmiştir.
Yani saf bilim, saf sanat, saf siyaset ya da saf diye bir şey yoktur. Belki karşıtlardan biri ortadan kalkarsa ‘o’ saflık o zaman mümkün olabilir. Dünyayı algılamak, yorumlamak ancak diyalektik materyalist yöntemle mümkündür ki bu öğrenilmelidir.
Yöntem bize neyin nasıl olduğu ve bunun nerede aranabileceğini söyler/gösterir. İster bilimde ister sanatta kullanalım. Dünya ideolojik olarak dün olduğu gibi bugün de iki kutupludur. (Gerçeklikte olay ve olgular çalkantılı olsa da.) Orta Çağ yıkılalı çok oldu. Yeni Çağ denilen dönemin büyük bir bölümü geçildi ve ileri bir çağa girildi. Yüz yılları devirip ilerlemek çağ atlamaksa rakamsal olarak atladık. Hoop milenyum çağı. Ne değişti? Hiç. Kimilerine göreyse vahşi kapitalizmden, insani kapitalizme geçildi. Ne değişti? Hiç. Değişmeyen ne? Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri. O halde şimdiki zamanı algı ve sanal gerçeklik çağı olarak nitelemek yanlış sayılmaz. Aşsız, işsiz, açlık ve yoksulluk sınırlarında yaşayan milyonlar sanal gerçeklikle maalesef doymuyor. Ama beyinleri kandırılabiliyor. İşte insani kapitalizm budur.
Tekrar başa sararsak, nesnel gerçekliğin yorumlanması bilimde ve sanatta sınıfsallığa bağlıdır. İhtiyaç duyduğun yöntem, yorumlamada ortaya düşünce koymanda yeniden biçim kazanırken bilim eseri veya sanat eseri olarak çıkar. Sanat akımları bu yüzden vardır. Sanat akımları da bir öncekine karşıt olarak çıkmış ve sonuçta aynı tarafa doğru yönelmişlerdir. Birbirlerinden çok şey öğrenip ilerlemişlerdir.
İki kutuplu dünyanın bir kutbu olan kapitalizm bugün hakim sınıf olarak bilimi de sanatı da elinde bir şirket gibi yönetirken, bilim insanlarını ve sanatçıları bu şirketin birer çalışanı gibi sömürmektedir. Bu sayede dünya sistemini ideolojik olarak yönetmektedir. Sağlık, eğitim, barınma alanları sistemi ayakta tutacak şekilde planlanmaktadır. Sanat ise sistemi algısal ve sanal gerçeklik içinde tahvil senetlerine dönüşmüş alanlar olarak kullanılmaktadır. Peki ne yapacağız?
Diğer kutbun ideolojik mücadele yöntemini kullanacağız. Sınıfa karşı sınıf olacağız. Sosyalist ideolojinin yöntemini kullanarak bilim üreteceğiz. Sanat eserleri üreteceğiz. Varsın yok saysınlar, varsın dışlasınlar, Brecht’in sözünü hatırlayacağız; ‘’Biz, estetiğimizi mücadelemizin gereksinimlerine göre yönlendiririz’’.
Yeni yılın ilk yazısında, dertleri ortak olanların sorunlarını paylaştığı, mücadelelerini birleştirdiği; akıl, bilgi ve birikimle dolu güzelliklerin yaşanmasını diliyorum...

    473-Yakarsa dünyayı garipler yakar!-Evrensel 27 Aralık 2019-özcan yaman



    Yakarsa dünyayı garipler yakar!

    Her yeni yıla girerken hoş geldin denir. Yeni dediğimize göre bir de bunun eskisi var demektir. Her yeni biraz da eskimeye yüz tutmuş demektir. Geçen yıl yeni olan bugün eski oldu. 365 gün sonra 2020 de eski olacak. Bu bir devinim aslında…
    2000 yılına çifte bayram havasında girmiştik. Hem yeni bir yıla hem de Milenyum çağına. 3. bin yılda insanlık tarihinin geldiği yeni bir çağda yaşamak yani. Savaşların son bulduğu, barışın egemen olduğu, kardeşliğin huzurun geliştiği, doğanın korunduğu yeni bir çağ diye sunuldu. Sonuçta vara vara açmazların, savaşların, doğanın talanının pervasızca sürdüğü limanlara vardık.
    Tarihten ve doğadan alınmayan dersler ağır faturalar çıkarır. Sonuçlarını biz hissetmesek de çocuklarımız, torunlarımız çeker. Ne yapmalı? En kabasından bu düzen değişmeli!
    Müslim babanın bir şarkısı vardı. ‘Yakarsa dünyayı, garipler yakar’ diye.
    Garipler yakacak sonunda dünyayı, doğrudur. Gerçekte haramileri tepede tuttuklarının farkına vardıklarında. Çünkü garipler olmasa fabrikalar, tarlalar, bilgisayarlar çalışmayacak. Üretim araçlarına sahip olanların dünyaları parçalanacak. Milyonlarca garibin emekleri haramzadeler tarafından kullanılarak paraya çevriliyor. Garipler de karın tokluğuna şans oyunlarına bel bağlayıp ‘ya çıkarsa’ umuduyla yaşıyor. Bilgi en kıymetli hazine. Bilgiyle ve pratikle gelişecek garipler akımı gecekondulardan gelip meydanları zapt ettiğinde fabrikaları, tarlaları kilitlediğinde zannetmeyin ki ülke batacak. O zaman kutlanacak yeni yıllar bayram olacak. Zarar gören, bir avuç azınlığın ve onların iktidar gücü olacaktır.
    2019 yılını geride bırakırken bu günkü dünyaya bir bakalım. Ama hangi gözlükle ya da hangi açıyla baktığımızı bir sorgulayalım. Egemenlerin açısından bakarsak bir başka, işçinin emekçinin açısından bakarsak bir başka dünya görürüz. Sonra da kendimize bakalım biz neredeyiz? Egemenlerin sınıfında mı? İşçinin, emekçinin, memurun olduğu sınıfta mı? Bırakalım ‘ya çıkarsa, yarın zengin olursam’ hayallerini. Can Yücel'in deyişiyle; ‘Sınıfını bil safa gel’. Unutmayalım hangi sınıfta olduğumuzu. Bunu hatırladığımızda gerçek yeni yıllara gireceğiz.
    Sanatçı, aydın, bilim insanları da bu sorgulamanın içinde elbet. Korunaklı gibi görünen bu alanlarda kimseyi ayrıcalıklı yapmıyor. Sennur Sezer’in deyimiyle; ‘İşçi sınıfının yanında değil, içinde olmak’ yani.
    Madem ki yeni yıl. Yeni yıl en çok da çocuklar için, gelecek için, o zaman Şükrü Erbaş’a kulak verelim;
    Fotoğraf: özcan yaman

    472-Yeni bir yıla doğru...evrensel 13 aralık2019-özcan yaman


    Yeni bir yıla doğru...
    39 yıl önce tam bugün Erdal Eren’i astılar. “…Biz karşımızdakiler gibi bir avuç değiliz. Biz halkız. Bak sana bizden olanları iyiyi, güzeli, haklarını isteyenleri sayayım. Ben varım, babam var, sen varsın, kardeşlerim var, ablam bacım var, sonra köydeki dayılarım, şehirdeki amcalarım ve onların akrabaları, komşuları var, onların arkadaşları, onların oğulları, kızları, benim okul arkadaşlarım, onların arkadaşları, onların akrabaları, amcaları, dayıları var ve yine onların... saymakla bitiremeyeceğim kadarız biz. Gördün mü ak saçlı boncuk gözlü anacığım saymakla bitiremiyorum. Yeter ki omuz verelim birbirimize. Yeter ki destek olalım ortak mücadelemizde…’’ (Erdal’ın annesi Şadan Eren’e yazdığı son mektubundan)
    13 Aralık 1980’de faşist diktatörlüğü yargılayan Erdal Eren’i şükranla anıyorum.
    HAVALAR DA İYİCE SOĞUDU
    2019 yılının bitmesine iki hafta kaldı. Zamlar geldikçe geldi, ücretler eridikçe eridi, alım gücü düştükçe düştü. Asgari ücret ve emekli aylıkları mı? Hiç umutlanmayın. Savaş ve mermi ekonomisi almış başını gidiyor. Sadaka kültürüyle uyutulmaya devam yani…
    2020 yılını farklı kesimler farklı kutlayacaklar. Tatlı bir retorik olarak söylenen ‘sevinçte ve tasada birlik ve beraberlik’ hayal olmaya devam edecek. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 80 arasındaki gerilim arttıkça artıyor. En zenginlerin sevinçleri ile en yoksulların sevinçleri bir olabilir mi? Ya da En zenginlerin tasaları ile en yoksulların tasaları bir olabilir mi? Bu çelişki yıllardır artarak sürüyor. Muhalefeti birleştirmeyi başaran bir iktidar elindeki olanakları rantiyeye sunmak için türlü yol ve yöntemleri buluyor. Bir demokrasicilik oyunu oynanıyor ve kuralları da hep onlar kuruyor. Eğitim, sağlık ve konut sorunu halkın çıkarınaymış gibi en zenginler sınıfının çıkarlarına hizmete devam ediyor. Birçok örnek vermek mümkünse de şu soruyu sormak yeter belki. Meclisin üçüncü büyük partisi HDP. Belediye seçimlerinden sonra yaşanan kayyum rezaleti ortada neredeyse HDP’nin seçimle aldığı tüm belediyeler lağvedildi. HDP Eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş hapiste sanatsal becerilerini geliştirmekle meşgul ediliyor. (Hatırlayın telefonda şarkı yapmayı, hatırlayın Ketıl’dan tweet yollamayı, hatırlayın öykü kitaplarını, hatırlayın yaptığı resimleri…) TRT’den, holding uzantılı havuz medyaya kadar, her akşam HDP ve sol muhalefet hedefe konuyor. Yetmezmiş gibi ekranlarına uzman, bilim insanı diye çıkardıkları yandaşlarıyla objektif, tarafsız ve gücü özgürlüğünde yayıncılık(!) yapıyorlar. Sabah akşam sövdükleri HDP ve sol muhalefete karşı itibarsızlaştırma ve karalama kampanyalarını sürdürüyorlar. Sanki HDP’nin temsilcileri yok. Sanki iktidarı eleştiren muhalefet yok. Güllük gülistanlık içinde bir Türkiye’de yaşıyoruz! Kara komedi örneği fabrika bacalarına filtre takma mevzuuna girmeye gerek bile yok. Yirmi yıldır çocuklarının kemiklerini isteyen Cumartesi Anneleri’ne yeri geldiğinde şiddet uygulayan bir devlet, Diyarbakır’da anneleri, aileleri örgütleyip sabah akşam HDP’ye yükleniyor. Neden?
    Belediye seçimlerinden sonra hezimete uğrayan partili cumhurbaşkanlığı ve AKP hükümeti yara aldı. Karanlığa atılan bir çizik oldu. Oradan sızan ışık büyürse ne yaparız derdine düştüler… 2019 yılını işte bu gerçeklikle sonraki yıla devrederken o karanlığın daha da yırtılmasını sağlayacak bir muhalefetin örgütlenmesi hayırlara vesile olacaktır diyeyim.  
    2019 yılını uğurlarken İstanbul’da iki güncel sergi açılıyor.

    "KARANLIKTAN, AYDINLIĞA"


    Her yıl Mehmet Atay anısına düzenlenen DKD (Divriği Kültür Derneği) ile redfotoğraf’ın gerçekleştirdikleri ‘‘Karanlıktan-Aydınlığa’’ fotoğraf sergisi 18 Aralık’ta DKD Mehmet Atay Sergi Salonu’nda gerçekleştirilecek. Sergide 32 fotoğrafçının 60 fotoğrafı yer alıyor. 22 Aralık’ta da İbrahim Karaca ve Erdal Erzincan’la bir etkinlik gerçekleştirilecek. İzlemek isteyenler için;
    Divriği Kültür Derneği: Adres: İstiklal Cad. Suriye Pasajı No: 348 Kat:2 Beyoğlu-İstanbul Telefon: 0212 292 20 20

    "DEPREMİNİ BEKLEYEN İSTANBUL"


    Bu yıl İstanbul’da yaşanan deprem, tekrar bu olgunun tartışılmasını sağladı. Bir meslek örgütü olan TMMOB bu gerçekliği gündemde tutmak üzere mimarlık öğrencileriyle bir atölye çalışması gerçekleştirdi. Ben de atölye kapsamında fotoğraf çalışmalarında destek oldum.
    ‘‘Depremini Bekleyen İstanbul’’ temasıyla 23 Aralık-10 Ocak 2020 tarihlerinde gerçekleşecek olan sergi izleyicilerini bekliyor.
    TMMOB Sergi Salonu: Kemankeş Karamustafa Paşa, Kemankeş Cd. No:31, Karaköy Beyoğlu/İstanbul