AÇIK
ALANLAR VE GÖRSEL İLETİŞİM-2-
( Geçen haftalarda birinci bölüm olarak ele aldığımız
“Açık alanlar ve görsel iletişim” (13 haziran Pazar) ve araya bazı konular
girdiğinden bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hatırlamak isteyenler
Evrensel internet adresinden, Evrensel Hayat menüsünden ulaşabilirler.
Yazımızı şöyle bitirmiştik. “…Görsel iletişim demek, Hedef kitleye en kısa ve çarpıcı yoldan etki
etmek, insanların beyninde bir yer tutmak ve yönlendirerek amaca ulaşmak
demektir. Bunu da telif haklarıyla kutsanmış, bazen sanat adına ama ille de reklam olarak metrelerce
büyüklükte ve en son gelişmiş araçları kullanarak yaparlar.
Oysa ki “Biz
de bu kentte yaşıyoruz ve bizim de söyleyecek sözümüz var”. Diyerek bu kamusal
açık alanları kullanma hakkımız var!”)
Evet kamusal
alanları kullanabilmek için, doğru bildiğimizi yapmak için, örgütlenmeye
ihtiyacımız var. Var olan sınıf örgütlerini başta sendikalar ve meslek
örgütleri olmak üzere, sokağa çıkarmamız
gerekiyor. Bu örgütlerin Sanat-Kültür komisyonları, Propaganda –ajitasyon
merkezleri ne iş yapar? Yalnızca broşür ve bir çok yere asılamayan afiş midir
mesele. Yada basın açıklamaları yeterli olur mu? Yukarıda saydık (13 haziran
tarihli yazı) Şimdi meseleyi açalım: Fotoğrafçılar,
özellikle belgesel fotoğraf alanında üretenler, büyük bir hevesle sarılıyorlar
makinalarına, öğrenci, memur, işçi, işsiz ama fotoğrafçıdırlar. Kurslara
giderler, atölye çalışmalarına katılırlar daha iyi fotoğraf yapmak için. Mitinglerden
eylemlere, atölyelerden sokaklara adaletsizliği haksızlığı anlatan fotoğraflar
çekiyorlar. Sonra ekonomik gücü ve sahip çıkan bir örgütü yoksa (ki genellikle
yoktur). Kişisel arşivinde ve internette paylaşarak bir süre dolaşır. Sonra
makinasını satar veya evde büfeye kaldırır. Öte yandan işçilerin-emekçilerin
nasıl ezildiklerini biliyoruz. İyi yada kötü sendikalarına aidat öderler.
İşçileri ve aydınları, sanatçıları
buluşturacak olan sendikalardır. Sınıftan yana tavır koyan sanatçı ve
aydınları, ürettikleri işlerle iyi günde, kötü günde , ortaklaştırarak mücadele
hattının örülmesidir. Aynı zaman da solda görünen belediyelere de
sorumlulukları hatırlatılmalıdır. Gelişen teknolojilerin sağladığı olanaklarla
egemen olan dilin yıkılmasını sağlayarak, kamusal alanlarda olan payı almanın
yolunu açma mücadelesi olmalıdır., kendi dilimizi sokağa yansıttığımız oranda
gelişir. Haydi bir hayal kuralım: Düşünsenize
Kadıköy iskelesinin oradan otobüs duraklarına doğru bakın, devasa reklamlar ve reklamlarla
giydirilmiş belediye otobüsleri. Bir an o kocaman binalardan birinin duvarında
Ankara direnişinin devasa büyüklükteki fotoğrafı, Otobüslerden birinde Tuzla
tersanelerinden bir kare. Otobüs duraklarındaki bilboardlardan birinde “Yaşasın
kardeşlik – Silahla değil barışla” yazan ve altında Türk-kürt halay çekenlerden
bir fotoğraf. Yine Kadıköy şehir tiyatrosunun arkasında rıhtımda balık
ekmekçilere doğru açılmış bir sokak sergisi diyelim 8 martla ilgili. Bu
hayalleri genişletebiliriz. Bunlar olmayacak şeyler değil. Eskişehir’de Tepecik
belediyesi sevgililer gününde tüm bilboardlar da Ali Öz’ün Ankara direnişinden
çektiği bir fotoğrafı kullandı. “Sevgi paylaşmaktır, sevgi emektir diyerek”.
Büyük AVMlerin girişlerinde sergiler açılmasına olanaklar veriyor.
Önce birey
olarak olarak, sonra da içinde yer aldığımız kurumlara, sokakların dahası açık
ve kapalı kamusal alanların önemini anlatmalı
ve ısrarcı olmalıyız. Sanat burada muhalif tavrını ortaya koyar. Ve o sanat
denilen ulaşılmaz ve yalnızca galerilerde olurmuş gibi sunulan dünya böyle
yıkılır. Evet sokaklara hakim olan kazanır. Sokaklar caddelere, caddeler
alanlara açılır. Bugün onlar hakim. Yarın biz niye hakim olmayalım.? Bütün
mesele görsel iletişim denilen insanların beyninde bir yer tutma ve düşündürme
isteğinde olmakta.
Emek
örgütlerinin bir çoğu dahil çeşitli vakıf, dernek ve kurum fonlardan para almak
için harıl harıl projeler yapıyorlar. Peki ne yapıyorlar? Tartışması uzun
sürer. Diyelim iyi yapıyorlar projelerin içeriklerin den taviz vermiyorlar. En
radikal söylemlerle “hey burjuvazi sizi yıkacağız ve sosyalizmi kuracağız
“diyorlar. Peki bu fonları veren vakıflar, devletler ne uğruna bu paraları
sebil gibi dağıtıyorlar? Hiç dikkat ettiniz mi? işin özneleri olan işçilerin
bir şeyden haberi olmuyor. Yapılan projeler aydınlar sanatçılar ve sivil toplum
kurumları dahilinde oluyor ve bitiyor. Ne adına işçi sınıfı? Peki foncular kim?
Hadi geçtik neden fonluyorlar? Evet bir söz vardır; “Emeksiz yemek olmaz!” “
Değirmenin suyu nerden geliyor? Efendim AB’ ye üye ve aday ülkelerden para
kesiliyor bir havuzda toplanıyor sonrada Avrupa başkenti diye dağıtılıyor..
İnsan hakları ve demokrasi gelişsin diye veriyorlar. Bu halkın vergisi niye
kullanmayalım? Mesele işçi sınıfının öz gücünü zayıf tutmak. Kapalı mekanlara,
cicili bicili yayınlarla oyalamak. Kısaca İşçi sınıfını uyutmak ve hak alma
mücadelesinde pasif kalmalarını sağlamak.. O zaman ne yapacağız? Fotoğraf özelinde
söylüyorum diğer alanlardaki arkadaşlarda benzer çözümler bulur. Kollektif
çalışmaları sıklaştıracağız, örgütleneceğiz . Harçlıklarımızı vererek,
maaşlarımızdan keserek fotoğraflarımızı bastıracağız. Başta, sendikaların olmak
üzere kurumların kapılarını aşındıracağız. Biz bu sergiyi sendikanızla birlikte
açacağız diyeceğiz. Paranız sizin olsun diyeceğiz. Bizler fotoğrafın diliyle,
işçi sınıfının içinde çalışmalarımızı yürüteceğiz. Lafın kısası “Bir işi yapmak
isteyen yolunu, istemeyen nedenini bulur” diyor bir arap atasözü, onlar neden
bulsunlar biz işimizi yapalım. B.Brecht’in
dediği gibi;” .Estetiğimizi de, mücadelemizin gereksinmelerine göre
yönlendireceğiz.” Bazı büyük sanatçı dostlarımız yüksek sanat estetiği ile
uğraşsın. İşin özneleri, dijital çıkışlarla da olsa sokaklardan caddelere, caddelerden meydanlara dolaşarak sergilerle, kamusal alanları
kullanacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı yazarsanız yardımcı olursunuz...