Translate

Bu Blogda Ara

471-NEOOSMANLI VE YENİ TÜRKİYE- Evrensel 29 kasım 2019-özcan yaman


(Fotoğraf: Murat Bergiİftar sonrası Eyüp’te fotoğraf çektiren bir aile. Osmanlı tarihinin yeniden kurgulandığı televizyon dizileri oldukça popüler. İsteyenler, seyyar kurulan stüdyolar sayesinde bir anlığına Osmanlı Hanedanı’nın bir parçası olabiliyorlar.

Neoosmanlı yeni Türkiye


Beyliklerden imparatorluğa, imparatorluktan parçalanmaya yaklaşık 600 yıl süren Osmanlı hanedan imparatorluğu sonunda Türkiye oldu. 
Osmanlı’yı yıkan feodalizmden kapitalizme geçiş zamanına ayak uyduramamasıdır. Birçok ülkede hanedanlıklar yıkılmıştır ve biri de Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Osmanlı’nın nesini severiz? Kardeş katliamcılığını mı? haremini, halifeliğini, Osmanlıcasını, Yeniçeri Ocaklarını, ağalık sistemini mi? Venedik kapılarına dayanan işgal ve fetihçi ruhunu, antilaikliğini mi? Hukuk sistemini, sarık-cüppesini mi? Seçin gitsin.
Zaman zaman Osmanlı ruhu canlandırılıyor. Dünya lideri ülke olmak, Ortadoğu ve Balkanlarda ağırlık koymak, batıya caka satmak Osmanlıyı kaldığı yerden devam ettirme sevdasından kaynaklanıyor. ABD ile Rusya arasına sıkışıp Ortadoğu bataklığından medet ummak. Tebaa ve cemaat kültürü ile toplumu uyutmak. Din, iman, sermaye ve kudretli ordu ile alimallah marş marş ileri.
FOTOĞRAF AÇISINDAN BURADAN BAKARSAK NASIL OLUR?
19 Ekim/7 Kasım 2019 tarihlerinde sessiz sedasız bir sergi bana bunları hatırlattı. İFSAK’ta açılan sergi izlenmesi gereken bir sergiydi. Geç oldu paylaşmam ama hep aklımdaydı. Fotoğrafçı Murat Bergi proje dahilinde çektiği fotoğraflarla “Neo Osmanlı Yeni Türkiye’’ adıyla açtığı sergi için şöyle diyor; “Zamanın ruhundan bahsedeceksek eğer, yaşadığımız dönemi neyle tarif edeceğiz? Geçmişe özlem, ihya arzusu? “Çılgın’’ projeler; “EN’’lerle ifade edilen büyüklük tutkusu? Bugünü ve geçmişi birbirine bağlayan süreklilik; icat edilen tarih, ihmal edilen destanlar? Hepsi ve daha fazlası muhafazakar bir kimliği yeniden inşa eden yapı taşları. Bu kimliğin etrafında örülen hikaye gücünü ecdattan alıyor. Son model tekniğiyle “yerli ve milli’’ bir istikbal vadediyor. Buna karşın “kökü dışarıda’’ trendleri “makbul’’ beğenilere dönüştürüyor. Bu hikayeyi temsil eden sembollerin peşine düşerken hep şu soru oldu aklımda. Sokakta, meydanda televizyonda kısaca her yerde karşılaştığımız hayaller hangi hayatlarda yaşanır?’’
Murat güncel toplumsal çelişkiyi proje kapsamına alıp fotoğraflamış. Sergisini İFSAK’ta açmış. Gerçekten her gün görmek zorunda kaldığımız İslam ve Osmanlıca muhafazakarlığını tarihe notlar düşer gibi göstermiş. İnternet sitesinde fotoğraflarını yorumlarıyla birlikte izleyebilirsiniz(http://www.muratbergi.com) 
Reis dede selamünaleyküm
Hazır yeri gelmişken geçen hafta tüm havuz kanallarında ballandıra ballandıra gösterilen videodan Sabah gazetesinin internet sitesinden aynen aktarıyorum: “Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın İzmir’e yaptığı ziyaretten geriye güzel görüntüler kaldı.
Erdoğan’ın konuşma yaptığı sırada İzmir Milletvekili Binali Yıldırım’ın yanında oturan küçük kız, “Reis dede, selamünaleyküm” dedi. Salonda herkesi güldüren bu çıkışın ardından Erdoğan, “İşte bu da bir Hatice” dedi ve güldü.
‘Yaşasın İslam, elimizde Kur’an’     
Minik kız daha sonra “selamünaleyküm, aleykümselam, bu ne güzel kelam. Yaşasın İslam, elimizde Kur’an...” diye devam etti…” (https://www.sabah.com.tr/gundem/2019/11/24/baskan-erdoganin-izmir-ziyaretine-damga-vuran-minik-kiz-reis-dede-selamun-aleykum) İşte böyle sosyologların işi zor…

Murat Bergi kimdir?
Samsun’da doğdu. Fotoğraf çalışmalarına 2008 yılında Fototrek Fotoğraf Merkezinde aldığı çeşitli kurs ve atölyelerle başladı. Çektiği fotoğrafların bir kısmı National Geographic Magazine dergisinin global editörleri tarafından internet sitesinde yer alan çeşitli derlemelerde yayımlandı. Bununla birlikte haftalık olarak Cumhuriyet gazetesinin haftalık Cumhuriyet Pazar ekinde fotoğrafları “Bir Resim Bin Kelime” başlığı ile yayımlanmıştır. Fotoğraf çalışmalarını Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakar-piyasacı dönüşümün muhafazakar hayat tarzı ile etkileşimi üzerine yoğunlaştırmıştır. Belgesel çalışmalarını İFSAK Belgesel LAB bünyesinde devam ettirmektedir. Aslen özel sektörde vergi müşaviri olarak çalışmakta olup İstanbul’da yaşamaktadır.


  
Keşan’da bir sünnet düğünü. Tuğra, ailelerinin şehzadesi sünnetlik çocukların da kıyafetlerinin ayrılmaz bir parçası.



Panaroma 1453 Fetih Müzesi. Top sesleri, at kişnemeleri ve mehter marşı eşliğinde müze bekçisi hariç ziyaretçiler fetih ruhunu yeniden yaşıyor.



İstanbul Trump Tower üzerinde yer alan dev billboaddta TRT'nin Payitaht Abdulhamit dizisinin reklamı. Yedi düvele kafa tutan Abdulhamit mitinin yaratımı için yapılan büyük prodüksiyonların reklamı kaderin cilvesiyle ABD başkanı Donald Trump'ın ismini taşıyan binada yer alıyor.



470-SİZ UYURKEN- EVRENSEL 15 KASIM 2019 - ÖZCAN YAMAN


Siz Uyurken…

Sınıflı bir toplumda iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Bilimden sanata kullanılan tüm kavramlar da ait olunan sınıfsal içeriğe göre anlam taşıyor. O yüzden neredeyse tüm kavramlar önüne ya da arkasına ek yapılarak kullanılır. 
Örneğin ‘demokrasi’ kavramı. Nasıl bir demokrasi diye sorduğumuzda ‘burjuva demokrasisi’ ya da ‘halk demokrasisi’ diye açarız. Bu örneği hak, hukuk, adalet, özgürlük, sanat, bilim … diye çoğaltın.
Örneğin ‘yarışma’, ‘ödül’ bunlar da sınıfsal bakımdan konumlandırılabilir. Kapitalist sistemde yarışma, ödül; ne, nasıl bir anlam taşır? Önce hangi sınıfsal açıdan baktığımızın altını çizmek gerek. Dahası, hangi sınıfa ait olduğumuzla ilgilidir. Hakim sınıf kavramlara, nasıl bir içerik/anlam veriyorsa öyle kabul etmemiz isteniyor. Karşı literatürle çıktığınız zaman muhalif, marjinal veya modası geçmiş düşüncelere sahip kişi (Sıradan, bilim insanı, sanatçı fark etmez) olarak yok sayılırsınız. Bir şekilde sesiniz ve görünürlüğünüz artarsa ilerleyen dönemlerde yeni kavram ve söylemlerle liberalleştirilirsiniz ve hizaya getirilmeye çalışılırsınız. Sonunda ‘Bir zamanlar öyleydi şimdi böyle oldu’ denir.
Başa çıkılamayanlar için ise ‘Eh artık ne yapalım o zaman onlara paye verip kullanalım’ olur. Böylece karşıt görüşlülere / muhaliflere demokratik davranılmış olur. Bu da burjuva düzenine prestij kazandırır. Örneğin, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney, Orhan Kemal… Sonra mı? İşi parayla para kazanmak olan bankaların, holdinglerin cicili bicili kültür sanat kurumlarında çok satan klasikler olarak eserleriniz yer alabilir. Ve telif hakları, miras hukuku derler… Bir banka neden Nâzım ve diğer sanatçılarımıza böyle değer verir? Örneğin bu şiir o bankanın yayınları arasında yer alabiliyorsa bir kez daha düşünmemizi gerektirir.


‘‘…Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, / ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. / Vatan çiftliklerinizse, / kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, / vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, / ben vatan hainiyim. …’’ Nâzım Hikmet 1962 
Zaman zaman bazı demokratik kitle örgütleri güzel, faydalı sanat etkinlikleri yapmak isterler ve ‘hadi bir yarışma’ açalım derler. (Yarışmalar konusunda görüşlerim sabit.) Neden, diye sorarım. Farklı önerilerde bulunurum.  (Bu köşede daha önce yayımlanan ‘Yarış-ma Kültürü’ adlı yazımda) Özetlersem; sol, sosyalist, demokratik kurumların, vakıf ve derneklerin yarışma açmaları ve sistemin içeriğiyle ödüller koymalarını doğru bulmuyorum.  
Geçen ay İzmir Büyükşehir Belediyesi Adnan Saygun Kültür Merkezinde ‘‘Siz uyurken’’ isimli bir fotoğraf sergisi açıldı. Hacimli bir foto-öykü albümü basıldı. Öncelikle böyle güzel bir çalışmaya olanak sundukları ve destekledikleri için İzmir Büyükşehir Belediyesine ve kültür/sanat işleri müdürlüğüne teşekkür edeyim. İFOD derneği üyesi bir grup fotoğrafçının uzun soluklu çalışmalarıyla gerçekleşen proje bence bu konuda ‘Nasıl yapalım’ diye düşünen kurumlara örnek olmalı.

SİZ UYURKEN;
Belediye kurumlarında çalışan işçi ve memurların (Keşke üst düzey yöneticiler, belediye başkanı, yardımcısı vb. kişiler de olsaydı. Belki ikinci bir çalışmada) gece mesailerini belgelemişler. Otobüs, trenlerin temizlenmesi, elektrik, kanalizasyon tamir ve onarımları gibi. Her bölümle ilgili çalışan kişi portresi ve çalışmalarından kesitlerin yer aldığı fotoğraf öyküleri. 55 foto öykü. Uzun zaman ve emek harcanarak hazırlanmış.
İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) Üyesi Fotoğrafçılar, Adil Alpkoçak, Ahmet Kılıç, Ayhan Turan Menekay, Ayşe Aytün Aytar, Celal Erdem, Kamile Kurt, Levent Aydınoğlu, Nejat Gündüç, Nihal Ağruslu, Özlem Sülo, Şenol Sert, Ufuk Karhan, Veyis Polat’ın birlikte gerçekleştirdikleri belgesel bir ‘foto-öykü’ çalışması.
Kurumlar illa fotoğrafla bir şey yapacaklarsa boş verin yarışmayı demek istiyorum. Dayanışma ve kolektif çalışmalarla kalıcı işler yapın. Bu çalışma, sergi ve foto-öykü kitabı bunun güzel bir örneği.
10 Ekim günü Ankara Katliamı’nın 4. yılı nedeniyle etkinlik için bulunduğum İzmir’de Adnan Saygun Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda, tesadüf olarak denk geldiğim Veyis Polat ile Nejat Gündüç ile hem tanıştım hem de serginin kitabını edindim. Bu çalışma üzerine epey daha yazılır, konuşulur. Belki ileride uzun uzun yazma fırsatım olabilir ama yerim dar. Bu çalışmaya katkı ve emek sunan yukarıda saydığım fotoğrafçı arkadaşlara, projenin öznesi olan işçi/memur tüm çalışanlara şükranlarımı sunmak isterim. Örnek ve kalıcı bir çalışma olmuş. Yarış-ma değil, dayanışma güçlendirir diyerek başarılarının devamını diliyorum.






FOTOĞRAFLAR SERGİ KATALOĞUNDAN

469-BELLEK VE FOTOĞRAF-Evrensel 1 kasım 2019-özcan yaman

BELLEK VE FOTOĞRAF
“Bütün fotoğraflar, unuttuklarımızı hatırlatmak için vardır. Bu açıdan bakıldığında fotoğraf; resmin tam tersidir. Resim, ressamın hatırladığını kaydeder.
Her insan, her birimiz farklı şeyleri unuttuğumuz için bir fotoğrafın bir resimden daha farklı biçimde, ona bakana göre anlamı değişebilir…” JOHN BERGER




Mekan/Zaman Ve Bellek ‘’Geçmiş-Gelecek’’
Mekan/Zaman birlikteliği ‘Belleği’ oluşturur. Bellek; Bir ‘zaman’ sürecinde ve ‘mekan’da gerçekleşir. . İnsanın doğayla olan mücadelesiyle başlayıp, kendini sürekli yeniler ve geliştirir. İnsanlığın doğayı tanıma bilme ve dönüştürme çabaları kültür kavramını oluşturmuştur. İnsanlık tarihinin kültürel gelişimini iki alanda özetleyebiliriz. Bu alanları “Bilim ve Sanat” olarak tanımlarız.
İletişim araçları ses,yazı ve görüntü (resim,video-fotoğraf)aynı zamanda bellek araçlarıdır. Bugün 3000 yılın tanıklarıyız. Hatırlanırsa Milenyum çağına 2000 lerin sonunda şaşaalı kutlamalarla giriş yaptık. Rivayet olunur ki; İnsanlık güzel bir geleceğe, Hak, Hukuk ve Adaletin sağlandığı, Ekoloji, Barınma, Sağlık, Eğitim gibi sorunların tarihe karıştığı yeni bir binyıl olacak (tı). Oysa bu gün yaşadıklarımız yani Milenyum çağının ilk 20 yılında Savaşlar, Rant düzeni, Hak, hukuk ve Adaletsizlikte sınır tanımaz bir şekilde insanlığın yok edilişine doğru gitmekte.
Yaşadıklarımız göstermiştir ki; Adaletsizliği yaratan koşullar ortadan kalkmadan gerçek huzur ve mutluluk gelmeyecek!
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?
Dünyadaki tüm üretimlerin %80lik dilimini nüfusun %20si , Nufusun %80 ni ise tüm üretimin %20sini paylaşıyor. Bu durum aşağı yukarı Ülkemiz için de geçerlidir. Toplumun birikimlerinin belli bir zümre tarafından kullanıldığı, Barınma, Sağlık, ve Eğitimin sosyal devlet sorumluluğundan çıkarıldığı milenyum çağında sorumluluklarımızda o derece ağırlaşıyor. 
Fotoğraf bu anlamlarda önemli bir işleve sahiptir. Dün’ü – Bu gün’le karşılaştırmamızı sağlar. İçinde bulunduğumuz zamanın ve mekanların değişimi, yaşayan nesille birlikte yok olup giderken, fotoğraflar sonraki kuşaklara bu değişimi gösterir. Değişimin sonuçlarının doğru - yanlış, iyi - kötü gibi ortaya konmasını sağlar. Neden – sonuç ilişkisi kurulur ve yeni neslin önlem almasını, düşünmesini ve ne yapmasını da söyler. Bu nokta politik alandır. İnsanlık tarihi göstermiştir ki; Egemenlerin parayla ilişkileri sürdükçe, Adaletsizlik piramidi tersine çevrilmeden kurtuluş yok. Fotoğraf yaşananları ve yaşanmışlıkları kayıt altına alır. Gelişen teknoloji artık her kesin fotoğraf çekebildiği bir duruma gelmiştir. Fotoğrafın Doğrudan, Kavramsal ya da kolaj yöntemiyle yapılması fikirlerin hayata geçirilmesini sağlayabilir. Fotoğraf bilgi, birikim ve felsefeyle ele alındığında hayata dokunur.
Sorulması gereken soru
Bilimin ve sanatın toplumsal gelişime ne oranda yararlı olduğudur. Bilim ve sanat insanları, insanlığa hizmet amacıyla üretirler ve paylaşırlar. Ne yazık ki bu sonuçlar aynı zamanda topluma karşı kullanılan silahlarda olabiliyor. Atomun bulunuşu tıbbi amaçlar dışında bomba olarak savaş nesnelerine dönüşüyor. Medyada kullanılan fotoğraflar dezenformasyon üretiminin bir parçası yapılıyor. O zaman bilim ve sanat kime veya kimlere hizmet ediyor? diye sorgulamak gerekiyor. Bu noktada ideoloji ve siyaset, bilim ve sanatla birlikte ele alınma zorunluluğunu doğuruyor.
Kısaca, sınıflı toplumlar olduğu sürece, bilim ve sanat da sınıfsal bir içeriğe sahip olacaktır. Bu sınıfsal bakış açısı kavramların literatüre göre değerlendirilmesi ve yorumlanması şeklinde hayat bulur. Bu da yöntem bilimsel bir çalışmanın sonucu olarak bizi yönlendirir. Sanatçıyı, nesnel dünyanın, öznel tasarımı sürecinde durduğu yer ve hayata bakışı yönlendirir. Bu da tarafsız sanat eseri yaratılamayacağına işaret eder. Bilimin ve sanatın, son tahlilde her zaman sınıfsal bir niteliği vardır, ama bu nitelik toplumsal çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde daha bir netlik kazanır.

Yazıyı sonlandırırken, sanatın ideolojik yapısını ve bir aydın olma bilincini özetleyen şu notu hatırlatalım:                                                                                                                                                                                Louis Aragon’a sormuşlar; ”Nesiniz siz, yazar mı, yoksa komünist mi?” Aragon,” …Her şeyden önce bir yazarım , ben . Onun içinde komünistim.”





fotoğraflar özcan yaman

468-MUTLULUK RESİMLERİMİZ SERGİSİ VE FOTO GERÇEKÇİLİK-Özcan Yaman-Evrensel-18 ekim 2019



MUTLULUK RESİMLERİMİZ SERGİSİ VE FOTO GERÇEKÇİLİK

Ressam Nur Koçak’ın Beyoğlu Salt galeride açtığı ‘’Mutluluk Resimleri’’ sergisi üzerinden foto gerçekçiliği ele alalım istedim.
Sergi iki büyük katta izleyicilere sunuluyor. Türkiye’de foto gerçekçilik denilince ilk akla gelen isim olan Nur Koçak, çeşitli dönemlerde gerçekleştirdiği çalışmalarına üç boyutlu ‘erkeklik, erotizm ve tüketim’i eklemiş. Girişe konan külotlu erkek bedenli üç boyutlu çalışma dikkat çekerek, ‘gelin içerde daha neler var’ gibi duruyor. Beyoğlu’nda yoldan geçenlerin dikkatlerini çekerek sergiyi gezmeye çağırıyor diyebilirim. Özellikle kadınların bu külotlu beden ile selfi çekme meraklarıydı. Genellikle kadın bedeni ve erotik iç giysiler görmeye alışmışken erkek iç giyiminin de tüketim nesnesi olarak pazarlandığı bir dünyada yaşadığımızı tersinden gösteriyordu. Üst katta ise çeşitli renk erkek bedeninde çeşitli renklerde üzerlerinde zafer işaretinden, süperman, canavar vb. figürlerden oluşan külotlar serisi devam ediyordu.
Büyük bir salonda kendi hatıralarından aile arşivinden fotoğrafların resimleri (sergi ismini buradan alıyor) kadın ve tüketim kültürü ve reklam olgusunu gösteriyor. Sütyen ya da bikini üstü ile öne fırlayan meme kırmızı bir fonda cinsellikle obje olmak arasındaki ilişkiyi gösterirken, yine iki kadının grafik etkili renkli iç çamaşırlarıyla siyah fonda cinselliğe gönderme yapıyor. ‘Fotoğraf gibi gerçek’ dedirten resimler. Parfüm resmi ise dergi sayfasından çokça büyütülerek reklam nesnesinin sanat nesnesine dönüştürülebileceğini gösteriyor gibi. Vitrinlerden öne fırlayanlar etkisini veriyor. Bir anlamda değişen toplumsal yapının detayları gibi. Özellikle dikkatimi çeken büyük boyutlu sıradan görüntüler diye geçtiğimiz ve bir dönemlerin tabela reklam örneklerinin yer aldığı arabalı vapur, ÇBS-ÜLKER gibi reklam ile kamusal alan ilişkilerinin ‘fotoğraf’mış etkili resimler. Panoramik çekilmiş fotoğraflar üst üste bindirildikleri alanlarla parçalara ayrılmış gibi. Örneğin Ülkerli resimde insan faktörünün durağanlıkta zaman ve hareketinin detayını veriyor gibi derken yılların ağırlığının getirdiği pasların akmaların çürümelerin eskime ve yıpranmanın yaşamın bir parçası olma halleri. Aynı hisleri ÇBS serisi çalışmada da görüyoruz. Aklıma bir zamanlar (dijital öncesi zamanlarda büyük duvar resimlerinde kullanılan Marlboro, Camel, Demirdöküm gibi markaları getirdi.) Değişen zaman ve mekanda nesnelerin markaların kalıcığı olarakta okunabilir gibi. Şunu sorabiliriz; Aynı çalışma fotoğrafla  yapılamazmıydı? Elbette özellikle bu teknolojik çağda yapılabilinirdi. Peki ressam aynı fotoğraf gibi neden aylarca uğraşarak böyle çalışmalar yapar? Belki bu soruyu Nur Koçak’a sormak en doğrusu. Aynı araç gereçler kullanılarak başka sanat alanlarında bir sürü çalışmalar yapılıyor.
Görselliğin insanlarda hissettirdikleri gerçeklik algılarıyla bağlantılıdır.  Bilindiği gibi fotoğrafın gerçeklik algısı insanlarda ‘O an’ yaşananın dondurulması, akıp giden hayattan bir kare ve doğruluğa ilişkin algı yaratması söz konusu. Resimlerde ise gerçeklik ile doğruluk arasında ressamın hayal gücünün etkisi ağırlık taşıdığından inandırıcılık etkisi zayıf olur. Burada sanatta gerçekliği söylemiyorum. Fotoğrafın ve resimin insanlar üzerindeki etkisinden bahsediyorum. (Yani Fotoğraftaki gerçeklik ile Foto gerçekliği arasındaki farkı söylemek istiyorum.) ‘Fotoğraf gibi gerçek, Tıpkı fotoğraf gibi’ cümlelerle tarif edilen resimlere ‘foto gerçekçi’ resimler diyoruz.  Gerçeklik kavramı olduğu gibi anlamında. Olduğu gibi her şey ne kadar gerçek? Bence soru bu.
İlk fotoğrafçılar büyük oranda ressamlardı. Işığı, rengi, kompozisyonu bilen üstüne fotoğrafın matematiksel işlemlerini ekleyen ressamlar fotoğrafçı olmuşlardır. O yüzden fotoğrafı hızla sanat alanına sokmuşlardır. Dikkat ederseniz neredeyse bütün ressamlar fotoğraf çeker, resim yaparlar. Fotoğrafı resimlerinin ön hazırlık malzemesi olarak kullanırlar. Fotoğrafçılarda ise resim yapan yok denecek kadar azdır.  Bazı usta fotoğrafçıların ise tercihleri fotoğraf olmuştur. Örneğin H.C.Bresson gibi. O yüzden fotoğrafçılar dertlerini fotoğraf karelerini üretirken eklemeyi seçmek zorundadırlar. Teknik-İçerik ve Estetiği (Gerçekliği ve güzelliği) bir araya getirmeye çalışırlar. Ressamlar çektikleri ya da edindikleri (dergi-gazete vb) fotoğrafların üzerinde manüpülasyonlarını yaparak hayal güçlerini katarak çalışırlar. Fotoğrafçılar aynı şekilde fotoğraf yaparlarken bu manüpülasyonları gerçekleştirirler. (Belki farkındalar belki değiller) Kompozisyon, ışık renk objektif seçimi fotoğrafın oluşturulmasında birer manüpülasyon araçlarıdır. Gerçeklik kavramı işte burada kendini gösterir.
Gelelim yukarıda yarım kalan soruya; Fotoğrafla yapmak varken neden resimle (Fotoğraf üzerinden resime aktarırken hiçbir oynama yapılmadığını Fotokopi gibi kopyalama olarak düşünün) Birincisi eğer fotoğrafla yaparsanız ‘biriciklik değeri’ kalmaz. Sergiden sonra yırtıp atsanız bile aynısından tekrar bastırabilirsiniz.
İkincisi bir başka sanat dalının (resmin) teknik/zenaatsal olanaklarını el yeteneği ile birleştirerek uzun günler aylar süren artı emek sürecidir.  Dolayısı ile 2metre büyütüp bastığınız bir fotoğraf ile fotoğrafa bakarak yada projekte ederek yaptığınız resim arasında işçilik ve maharet katmanız sanat nesnesi olarak değer kazanmasına yol açar. Sonuçta bu bir seçimdir. Fotoğrafın doğasında olan demokratiklik, biriciklik değerine indirilmesini/yükseltilmesine karşıdır. (Bazı fotoğraf sanatçılarının fotoğraflarını biriciklik değerine indirdikleri de görülür. Negatiflerin yok edilmesi ya da dijital verilerin baskıdan sonra yok edilmeleri, noterden tastikletmeleri ve setifikalandırma işlemlerigibi ‘sözde’ sanat eseri yapma uğraşılarını konu dışı tutuyorum. Bu konuyu fotoğrafın sanat nesnesine dönüştürülme ve kapitalizmin sanat ve sanatçı üzerinde hakimiyetinin parçası olarak görüyorum. )
Sergiyi Beyoğlu Salt Galerisinde 29 Aralık tarihine kadar gezebilirsiniz.


Not (18 ekim 2019 tarihinde Evrensel Gazetesi Kadraj köşesinde yayınlanmıştır.)









467-Bilyeler saplandı yüreğimize, kitaplarımıza...Özcan Yaman- Evrensel-11 ekim 2019


Bilyeler saplandı yüreğimize, kitaplarımıza...
 Misket derdik, camdan gözlere benzerlerdi. Çocukların ergenlik oyuncaklarıydı. Sıraya dizer, sonra parmaklarımızın arasından fırlatırdık. Fiskeyle vurduğumuz misketleri, baş, başaltı, sondan bir gibi tanımlardık. Tarihe karıştı misketler derken, misket bombaları çıktı ortaya ve öldürdü çoluk çocuk insanları, hayvanları...
Bilyeler, misket oyunlarına karıştı önceleri, demirden, parlak boy boy. Rulmanları dağıtır bilyeleri çıkartırdık oyunlara dahil etmek için...
Sonra bombalara malzeme oldu, çivileri de eklediler yanına...
Ve kitaplar, Teksas, Tom Miks ve Zagorlar... sinema önlerinde değiş tokuş yapılırdı. Sonrası ağır kitapları okumaya yol açan. Öğretmenlerimiz hep "Kitapların hayat kurtardığından bahsederdi", hâlâ bahsediyorlar, doğrudur.
2015 yılıydı, sonbaharın güneşli ekim ayının 10’uydu. Binlerce insan umutlarını yanlarına almış ülkenin başkenti anKARA’nın merkezinde gar önünde toplanmışlardı. Kalabalık gittikçe artıyor artıyordu. Dün bugün gelecek üzerine muhabbetler ediliyordu. Arkadaşlıklar, dostluklar kavuşmalar hasretle kucaklaşmalar...
Saat 10.04'te o lanet olası patlama, ardından bir patlama daha. 103 insan hayalleri, umutları ...
Yüzlercesi fiziksel ve ruhsal yaralanmayla ...
O gün bu acıyı yaşayanlar neden yaşamak zorunda kaldıklarını çok iyi biliyorlar. Kimimiz önümüzde siper olan arkadaşlarımızın kimimiz sırt çantalarımızın içindeki kitapların siper olmaları sayesinde hayatta kaldı. Kalanların borcu var katledilenlere, bu borç namus borcu oldu boyunlarımıza. Ta ki bu ülkede barış ve demokrasi tesis edilinceye kadar sürecek bir borç. O yüzden her ayın 10’un da anmalarda gazlanmalar, coplanmalar ve engellemeler.  Unutulsun istiyorlar katliamı.
Unutmayacağız...
Onların üzerlerine örtülen bayrakları ve o bayrakları sulayan kanları unutmayacağız.
Onlar çeliğe verilen su oldular. Her gün yeni anılar ekleniyor 10 Ekim ailesinin tarihine...
İşte o yeni eklenen öykülerden birini şimdi okuyacaksınız.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Şöyle yazıyordu bilyenin takılı kalan sayfası;
“Evet!” diye itiraf etti.
Pavel, anasına doğru (BİLYE BURAYA SAPLANMIŞ) dedi. Bir çocuğu azarlıyormuş gibi sinirli sinirli:
“Hepimiz korkudan geberiyoruz zaten!” dedi. “Bizi yönetenler de bu korkudan yararlanıp  bizi daha fazla korkutuyorlar.”  (M.Gorki-Ana-sf:23 )

Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Ali Deniz Uzatmaz, Şebnem Yurtman, Elif Kanlıoğlu ve Ekinsu Cemgil/Ottaş Mersin’den gelmişlerdi. Dilan Sarıkaya, Berfin Keskin, Dilan Karakuş, Berfin Karakuş ve onlarca arkadaş buluşmuşlardı. Sırtlarında çantaları içlerinde kitapları ellerinde bayraklarıyla. Gülüyorlar, halaylar çekiyorlardı. Kortejler oluşturuluyorken o an patlayan bombadan etrafa ölüm yağdı. Önde olanlar arkadakilere siper oldu. Ali, Şebnem, Elif, Dilan ve birçok can... Ekinsu anKARA’ya birlikte gittiği yoldaşlarını bırakarak sırtında çantası ile döndü Mersin’e. Mersin kan ağlıyordu. Ekinsu, neden, diyordu neden bizleri öldürüyorlar... (O tarihte lise son sınıf öğrencisiydi.) Saçları üstü başı kan ve et parçalarıyla olan Ekinsu’nun babası Hakan çaresizliğin verdiği acıyla kızının çantasına bakmış, delikleri görünce içindekileri çıkartıyor. Çantayı delenbilyeler kitaplara saplanıp kalmışlar.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/Evrensel
Evet kitaplar hâlâ hayat kurtarıyorlardı.
Ekinsu o gün sırtına saplanan bilyelerden, M. Gorki’nin Ana ile J. Stalin’in Anarşizm mi? Sosyalizm mi? kitapları sayesinde kurtulmuştu. Bu büyük acıya nasıl katlanılır?..
Hakan Ottaş şöyle anlatıyor:
"Şebnem Mersin’deydi, Ali Deniz ve Elif okumak için sonradan geldiler. Şebnem, Ali Deniz’i benimle tanıştırmıştı. Kızım Ekinsu, Ali ve Şebnem, ev bulamadıkları için 'Bizde kalabilirler mi baba’ demişti. Böylece bir aile olmuştuk. Ben sabah işe gidiyordum ve akşam geliyordum. Eşim İlkay dert yanıyordu. ‘Bugün yine temizlik yaptılar, cam sildiler, bulaşık yıkıyorlar... Kızıyorum ama dinlemiyorlar’ diyerek. Tam bir komün hayatı yaşıyorduk. Şimdi ne kadar birlikte yaşadığımızı hatırlamıyorum bile. Bizim çocuklarımız olmuşlardı. Eşim İlkay bazen kızıyor bana; ‘Ara şu çocukları bu saate kadar aç susuz dolaşmasınlar’... Geç gelseler merak eder arattırırdı. Ali Deniz annemize nene derdi ama nene de Deniz’i adından dolayı çok severdi."
Çocuklarımdan ayrılışım;
Tam hatırlayamıyorum. 10 Ekim'e bir veya iki gün kalmıştı sabah işe gidiyordum. Onlar da okula. Ali Deniz ‘Emekçi abim bir selfi çekilelim, kim daha çok beğeni alacak’ diye takıldı. O selfiyi çekildik. O gün okuldan sonra anKARA’ya doğru yola çıkacaklardı. Sabah erken evden çıktık, selfimizi çekildik ben işe onlar okula gittiler. Ben izin alamadığım için anKARA’ya gidemiyordum.  Ailemin parçası olan çocuklarımdan ayrılışım böyle oldu.
Acı haberi aldığımızda yıkıldık. İnanamadık, sadece Ekinsu geri gelebilmişti. Tarifi imkansız acılarla eve geldik. Bizim için artık hiçbir şey normal değildi. En çok da Ekinsu yaralıydı. Kitaplar hayatını kurtarmıştı ama belleği katliamın izlerini taşıyor. Ali Deniz, Şebnem ve o gencecik çocuklar bizleri borçlu bıraktılar barışı ve adaleti sağlama görevini bırakarak.
Fotoğraf: Hakan Ottaş/ Son selfie-Hakan Ottas, Ali Deniz ve Şebnem Yurtman
Son not:
- Ekinsu vicdanlı psikologların yardımını aldı. Hayata tutunmanın yaşam mücadelesinde bilgi ve sanatla beslenmek olduğunun bilinciyle okuyor. Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı sahne sanatları bölümü modern dans 4. sınıf öğrencisi.
- Berfin Karakuş, Hatay’dan gitmişti anKARA’ya, PDR okudu ve şimdi öğretmen. Ekinsu’nun kuzeni.
- Dilan Karakuş öğrenciydi, şimdi özel bir şirkette çalışıyor. Ekinsu’nun kuzeni.
- Dilan Sarıkaya Adana’dan katılmıştı, kaybettik.
-Berfin Keskin, ayakları kırılmıştı, şimdi öğretmen.
Fotoğraf: Hakan Ottaş



466-MUSA ANTER ÖDÜLLERİ VE BASIN FOTOĞRAFLARI-Özcan Yaman-Evrensel-20 eylül 2019




Foto: Sedat Suna

MUSA ANTER ÖDÜLLERİ VE BASIN FOTOĞRAFLARI

Bu yılın Musa Anter Gazetecilik Ödülleri Açıklandı. Bende jüri üyesi olarak bu anlamlı görev almanın sorumluluğu ile katıldım. Fotoğraf dalında gelen fotoğraflar arasında iki fotoğraf birbirini tamamlıyordu. Sonunda 2 iki fotoğraf jürinin önünde kaldı.Bize de  ödülü paylaştırmak kaldı.
Basından okumuşsunuzdur. Ya da okursunuz. Fotoğraf dalında Rojda Aydın ile Sedat suna değer görüldü. Rojda’nın fotoğrafı görece özerkliğin, dokunulmazlığın ironik yansımasıydı. Tek başına bir kadının (HDP Milletvekili Ebru Günay) direnişini olabildiğince geniş olarak gösteren fotoğraftı. Baskıya zulme ve yaşananlara bir karşı koyuş. ‘’Bu dokunulmazlık zırhını siz verdiniz, bende kullanıyorum’’ der gibi. Bu polis ablukası bu kadına niye dokunamıyor? Diye sorar gibi. Bu yılın üst başlığı Kayyum olabilirdi. Gelecekte kayyumlara karşı direnenlerde vardı, bazıları da milletvekiliydi der gibi. Bir yanıyla da ‘’erkin güç gösterisinin’’ fotoğrafı. Rojda’ya ellerine gözüne sağlık derken, gelelim Sedat Suna’nın fotoğrafına. Sedat benim baş belam. Deneyimli bir fotomuhabir. Dolayısı ile fotoğraflarına yorum yazmadan geçemiyorum. Yıllar önce Sedat Suna’nın Bilal Erdoğan’lı bir fotoğrafı üzerine yazdığım ‘’Fotomuhabiri ile fotoğrafçı arasındaki fark’’ isimli yazım yüzünden davalık oldum.  Umarım bu yazım nedeniyle aynı akıbete uğramamJ)
Sedat Suna toplumsal olay, eylem orada olan uluslar arası bir fotomuhabir. Onu gezi direniş yıllarında alanda tanıdım. Çektiği fotoğraflar haber/basın fotoğrafçılığının detaylarında büyük fotoğrafı gösteren ironi ağırlıklı fotoğraflardır. Çekenin kim olduğunu gördüğüm fotoğraf oylama sonunda Sedat’ın çıkınca anlamıştım zaten dedim. 25 kasım 2018 tarihinde ‘’kadına karşı şidete karşı yürüyüş’’ ten bir kareydi. Erk’in temsilcisi bir kadın polis ve kadınlar ölmesin diyen bir kadının eli. Burada Ruhi Su’nunun türküsünde söylediği ‘’Ağaç demiş ki baltaya ‘’Sen beni kesemezdin ama / Ne yapayım ki sapın benden / Bak şu ağacın bilincine sen / Ölen ben, öldüren benden...’’ sözlerinin fotoğrafı karşıma çıkıyordu. Polis miğferi altında makyajı akmış zavallı bir kadın direnen ojeli tırnakları ve dövmesi ile ‘’geçit yok’’ diyen bir kadın eli. Evet çok detay ama çok şey anlatan bir fotoğraf.
Şimdi Rojda ile Sedat’ın fotoğrafını yan yana koyun. Toplam sonuç, sizler zavallısınız demiyor mu? Erk’in karşısında karşı koyuşun bu iki fotoğrafı bence bu Musa Anter ödüllerine yakışır iki fotoğraf. Sedaty Suna’yı da kutlarken başarılarının devamını diliyorum.
Günümüzde iki gazetecilik ödülü geleceğe damga vuracak. Biri Göktepe Gazetecilik Ödülleri diğeri Musa Anter Gazetecilik Ödülleri. Gelecekte ülkenin geçmişi araştıranlar bu iki alanın sonuçlarını görerek ülke gerçekliğini tahlil edebilecekler. Kayyumsuz, baskısız, şiddetsiz barış içinde bir ülke olma dileğiyle derken, genç fotomuhabiri arkadaşların mutluluğun kardeşliğin ve barışın  fotoğraflarını çekebilecekleri günleri de fotoğrafladıkları yıllarda buluşmak üzere ....
Foto: Rojda Aydın 

465- ANKARA KATLİAMI VE DAVUTOĞLU- 14 eylül 2019-evrensel-öZCAN yAMAN



    


 ANKARA KATLİAMI VE DAVUTOĞLU


Önümüzdeki ay Ankara Katliamı’nın 4. yılı dolacak. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ağustos ayında “Terörle mücadele defterlerini açıklarsam insan yüzüne çıkamazlar” diye açıklama yaptı, kamuoyu başta Suruç ve 10 Ekim Derneği olmak üzere “Davutoğlu bildiklerini açıkla” çağrısı yaptı. Bugüne kadar bir açıklama yok. Savcılar yok, Meclis komisyonları yok. Zaten böyle bir katliam da yok, basit bir terör olayı var(!)
Bizler katliamda rolü, bilgisi, ilgisi olan kişi ve kurumların yargı önüne çıkarılmalarını, sorgulanmalarını en azından ifade vermelerini istedik. Hakikat ortaya çıksın istedik. Israrla davayı devletten uzaklaştırdılar. 5-10 piyonu öne sürüp insanlığa karşı işlenen suçu basit bir terör olayı diye örtmeye çalıştılar.  Şimdi eski bir başbakan çıkmış ‘... Açıklarsam yer yerinden oynar’ diyor.
Davutoğlu bildiklerini açıklayamaz. Yöneticilerin yalan söylemelerinin önüne cezai yasalar konmadıkça, gerçekleri tahribat sürecektir. Başbakan, bakan konumundaki kişilerin yalanları açığa çıkınca yargılanmalılar... Ben yalan söylediği açığa çıkan bir devlet yöneticisinin yargılandığını görmedim, duymadım. Bu nasıl adalet.
Katliamın hemen sonrasında ben dahil birçok kişi ve kurum bir sürü belge sunduk. Dedik ki ‘O gün basın açıklaması yapan üç bakan ve üstüne başbakan, olayı çarpıtacak açıklamalar yaptılar. Hatırlatayım;
Ankara’da basın açıklaması yapan üç bakan yalan söyledi. Ambulansların on dakika içinde olay yerine intikal ettiğini söylediler, oysa yarım saat sonra geldi. Ambulanslardan önce Akrepler alana girdi. Gaz bombaları attı. İçişleri Bakanı Selami Altınok, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ve Adalet Bakanı Kenan İpek.  Üstelik Altınok’a ‘İstifa edip etmeyeceği’ sorusu Adalet Bakanı Kenan İpek’i güldürmüştü. Peki Sayın Davutoğlu’na ne demeli? Dışişleri Bakanlığı zamanında IŞİD ve cihatçı örgütleri ‘Ateşli bir avuç öfkeli gençler’ diyerek mazur görmeler.
10 Ekim Derneğinin ve 10 Ekim avukatlarının ‘Davutoğlu’nu bildiklerini açıklamaya çağıran’ basın açıklamasının aşağıdaki bölümü yüzleşmeye ve vicdana çağrı olarak da okunabilir.
Ahmet Davutoğlu’na ve iktidara seslenildiği belirtilen açıklamada, “Ülkemiz sizin iktidar döneminizde tarihin en kanlı cihatçı çetesinin geçiş yolu haline getirilmiş, IŞİD militanlarının ellerini kollarını sallayarak dolaşabildiği, hatta bazı bölgelerde kimlik kontrolü yaptığı, istediği gibi örgütlenebildiği, yargı süreçlerinden kolaylıkla sıyrılabildiği konforlu bir alana dönüştürülmüştür. Dışişleri bakanlığınız döneminde ‘öfkeli gençler’ dediğiniz IŞİD çetecileri öfkesini her nedense Türkiye’nin muhalif kesimlerine kusmuş yaptığı kıyımlar sizin tabirinizle ‘Oylarınızı arttırarak’ partinizin 1 Kasım’da yeniden tek başına iktidar olmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bu katliamların ve saldırıların araştırılması için Mecliste verilen önergeler iktidarınız döneminde reddedilmiş, yargı süreçleri etkin bir şekilde yürütülmeyerek yeni katliamlara yol açılmıştır. Davutoğlu’na soruyoruz. 1 Kasım seçimleri öncesinde yaptığınız Van mitinginde ‘AK Parti iktidardan indirilirse sokaklarda terör çeteleri dolaşacak’ cümlenizdeki terör çeteleri bizi Amed’de Suruç’ta Ankara’da öldüren çeteler midir?” ...
Davutoğlu bu dönemden üzüntü ile bahsetmiyor. Katliamlar oldu çok üzgünüm ben bu dönemin hesabını vermek istiyorum demiyor. 7 Haziran- 1 Kasım arasında ne pahasına olursa olsun iktidarı sağladım, bu yüzden benimle gurur duymalısınız diyor. AKP içindeki kendi siyasi manevrasına, çıkar ortamına yer ve olanak sağlamaya çalışıyor. Kimse bizim acılarımızı ve yerine gelmeyen adaleti kendi çıkarları için kullanmasın. Buna asla izin vermeyeceğiz. Eğer Davutoğlu bu döneme ilişkin hesap vermek istiyorsa buyursun gelsin. 21 Kasım’da Ankara 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesinde bizim duruşmamız devam edecek. Çünkü biz hâlâ adalet diyoruz. 10 Ekim, Suruç, Diyarbakır ve o dönemki bütün katliamların siyasal bağlantısı vardır. 1 Kasım seçimlerini kazanmak pahasına bu katliamlar gerçekleştirilmiştir. Davada başından beri gerçek sorumluları yargılayın sözlerimizi bir kez daha söylüyoruz ve mücadele etmeye devam edeceğiz.”
Evet Davutoğlu bildiklerini açıklayamaz. O üç bakan doğruyu söyleyemez. Devlette süreklilik esastır. Ve devletlerin iki yüzü vardır. Bir görünen yüzleri ki biz onları böyle algılıyoruz. Bir de görünmeyen yüzleri ki adalet ve hakikat o yüzlerin açığa çıkarılmasına dayanır. Görünmeyen yüzleri ‘derin devlet’ olarak aynı amaca hizmet eder. Belki vicdanları yatağa düştüklerinde rahatsız etmeye başlarsa genç bir gazetecisine gerçeği açıklayarak inandıkları Tanrıdan af dileyebilirler.
Dersim katliamı konusunda İ. Sabri Çağlayangil’in 1986 yılında itirafları gibi, 6 Eylül 1955 olayları gibi. O gün saat 13.00’te devlet radyosu Selanik’te Atatürk’ün evinin bir bomba ile patlatıldığı haberini verdi. İstanbul Ekspres gazetesi akşam baskısına haberin detaylarını(!) yetiştirdi. Selanik’teki bombanın Atatürk’ün doğduğu evin bahçesinde patladığı söyleniyordu... 2005 yılında Tarih Vakfı, Fahri Çoker’in 6-7 Eylül Olayları fotoğraflarını ve belgeleri kamuoyuna açıkladı. Tümamiral olarak emekli olan Fahri Çoker’in 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili soruşturma ve mahkeme sürecinde albay rütbesiyle Beyoğlu Bölgesi Sıkıyönetim Mahkemesi Başhakimliği ve Güvenlik Danışmanlığı görevini yürüttüğünü hatırlatalım. Çoker, arşivi ölümünden sonra kullanılmak üzere Tarih Vakfına bağışlamıştı. Olaylar değişse de sonuç değişmiyor. Hakikat er geç ortaya çıkıyor ama adalet yerini ‘Geçmiş olsun’a bırakıyor.
Bizler resmi tarihe karşı kendi tarihimizi ‘gayriresmi’ tarihi yazarak hakikati arıyoruz. O yüzden muhalifiz, karşıyız. Adalet ve vicdan duygularını şan, şöhret, para, makam, mevki nemalanmalarından arındırmayanlar açıklama yapamazlar. Hele Davutoğlu bu açıklamayı hiç yapamaz. Ancak güçlü bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi muktedirlerin sonunu getirdiğinde bu katliamlarda rolleri olanlar, gerçek manada yargılanacaklar.