Translate

Bu Blogda Ara

34)27 EYLÜL 2009-- HABERİN DOĞRULUĞU*

EVRENSEL GAZETESİ
KADRAJ
34)27 EYLÜL  2009
Özcan Yaman


HABERİN DOĞRULUĞU*

Haber şöyle geldi İşçi B’ye:
O memlekette
Durum umutsuz.
İşçi B. Sordu:
Orada
Hiçbir işçi yaşamıyor mu?

* İşçi B’nin Hikayeleri  - Peter Maiwald - Çeviren: Yılmaz Onay

Son günlerde açılımdı, Hülya Avşar’dı derken İlker Başbuğ (Genel Kurmay Başkanı) açılımını yaptı. ‘Kürt sorununun nedeni ağalar.’ Eeee ne diyelim . Bir 50 yıl sonrada bir asker çıkıp Yoksulluğun nedeni Komprador burjuvazi diyebilir-mi? Diyebilir. O zaman; Kahrolsun Patron – Ağa düzeni diyen İbrahim Kaypakkaya’yı neden işkence ile öldürdünüz!..İlker Başbuğ’un ağalarla ilgili söyledikleri, İbrahim Kaypakkaya’yı düşündürdü.  Seksen yıldır devlet aygıtının vazgeçilmesi olan ağalara şimdi neden düşman oldunuz?
Bir hatırlatma olarak; İbrahim Kaypakkaya'nın 34 yıl önce Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı'ndaki ölümü, acı bir efsane olmaktan çıkıp acı bir gerçekliğe dönüşüyor... Ocak 1973'te Tunceli'ye bağlı Vartinik-Mirik mezrasındaki bir çatışmadan beş gün sonra yaralı olarak yakalanıyor. Mezradaki çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız öldürülüyor. Kendisi de, yine 1973'ün 17 Mayıs'ını 18'e bağlayan gece, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı'nda öldürülüyor. Öldürüldüğünde 24 yaşındadır İbrahim Kaypakkaya.

Bugünlerde türlü roller oynanıyor. Yalnızca siyasette değil, Sanat da bundan nasibini alıyor. 11. İstanbul Bienali Brechtle gündemi oyalarken, Askerler Ağalara karşı  Hükümet ve büyük burjuvazi ile uluslar arası burjuvazi el ele verip 6-7 Ekim’de İstanbul’da IMF-DB. Toplantılarını yaparak yoksulları daha yoksul yapmak için
akıl-fikir toplantısı yapacaklar.
Yukarıdaki İşçi B.nin sorusunu bir daha sormamız gerekiyor; 
Bu memlekette işçi yokmu?

Ve Bienalin sorusunu şöyle okumak gerekiyor; “Kapitalizm neyle yaşar”
 a) Para b) Ağalar c) paşalar d) Hepsi . Beğendiğinizi seçin artık.

Gündem, her zaman ki gibi yoğun. Sanatçılar harıl harıl çalışıyor. Bir yandan Bienal meselesi bir yandan IMF-DB. Protestoları. Sanatçılar uzun zamandır hazırlandıkları sergilerini açacaklar. 2 Ekim de Karşı Sanat’ta ÖZNESİZ sergisi hakikat ve insan gerçeğini gösterecek.  3 Ekim’de Sümerbank Binasında (Bankalar Caddesinde) MY NAME IS CASPER sergisi ise yüze yakın katılımcı ile yaşadıklarımızı sorgulayacak. Bu arada www.katranvetüy.com  sitesini incelemenizi öneririm.





“Ser verip, sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya
















Fotoğraf: Fatih Pınar
      “Gerçeğin gözleri”












Fotoğraf ; Çağla Cömert
      “ Yeter artık”











 




Fotoğraf: Özcan Yaman
      12 Eylülün ‘kültürel’ mirası




















Fotoğraf : Özcan Yaman - Güler Zere nöbette! 

33)20 Eylül 2009--ESKİ İYİ ŞEYLERDEN DEĞİL,YENİ KÖTÜ ŞEYLERDEN BAŞLA*



ESKİ İYİ ŞEYLERDEN DEĞİL,
KÖTÜ YENİ ŞEYLERDEN İŞE BAŞLA.
(*Brecht’in özdeyişi ile...)

O GÜN GELİNCE
O gün bir gelsin bak, bize artık aç kalmak yok.
Geçeceğiz vitrinlerin, sergilerin önünden, küçülmeden.
 
Portakalları yığacağım önüne senin, tepeleme,
şarapları yığacağım, etli börekleri, salamları.
 
Elden geçireceğiz hepsini bir bir, unutalım diye
senin çektiğin acıları, benim gördüğüm işkenceleri.
 
Sevgili işçi kadın, şapka yapan makine,
artık bu elbiseler kaça diye sorma.
 
Kumaşı dokudun, elbiseyi diktin ya, giyinmek de hakkın.
Artık kunduracı da yürümeyecek yalnayak karda.
 
İpekli gömlekler uçuracak bizi rüzgârda kuş gibi.
Lâfta kalacak sanma, taş çatlasa bunlar olacak.
 
Bir kurtulalım hele tüm asalaklardan,
nasıl seveceğiz birbirimizi, şiirler okuya okuya!
 
Çekip gidince soyguncular, bir başka dünya kuracağız.
Yaşamak neymiş, yaşamak, sen o zaman gör bak!
  


Çeviri:  A.KADİR - Asım BEZİRCİ

Bildiğiniz gibi 11. İstanbul Bienalinin teması ‘İnsan neyle yaşar? Sorusu ve Brehct.
Anladık burjuvazi sanatın hamiliğini yıllardır yapıyor. Burjuvazi tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü sürece de bu hamiliğini sürdürecek gibi…Peki niye Brehct ve Marksizm?
Yine bildiğiniz gibi Kapitalizmin son krizinden kurtulma çabaları, karşı olduğu değerleri dahası ideolojiyi neden gündeme getirme ihyacını ortaya koyuyor?
Kültür ve Sanat alanındaki gelişmelere karşı, ne yapmalı? Sorusunu soran bir grup sanatçının, bir araya gelerek oluşturduğu Alternatif Platform Çalışmaları kapsamında Emre Zeytinoğlu’nun “My name is Casper” yazısı etrafında, söyleyecek sözü olanların toplanmaya başlamaları ve etkinliklerini ortaklaştırmaları bu alandaki boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Ağustos ayında aşağıdaki ortak açıklamayı kaleme alan; Yalçın Karayağız,Feyyaz Yaman,Emre Zeytinoğlu,Zeki Coşkun,Taner Güven,Feza Kürkçügil,Özcan Yaman,Esat Tekand ve Yavuz Tanyeli, Eylül ayı sonunda etkinlik programlarını açıklayacaklar. Ortak metni sizlerle paylaşıyorum.

Tek kutuplu dünya ve neoliberal “piyasa” ekonomisi’nin etkileri
sanat ve kültür alanını da krize sürükledi.
Modernleşme karşıtı olarak beslenen eleştirel dil uzmanlaştıkça, entelektüel alanı merkeze çekerken minör alanlara sıkıştı. Tarihselcilik eleştirisi ise giderek, aidiyet reddine kadar uzanıp milliyetçi yaklaşımların büyümesine yol açtı.
Yersiz yurtsuzlaşan küresel özne, içine düştüğü şiddet ortamında “güncel” olanın tasası peşinde koşarken, “varlık ve hakikat” yitimine uğradı. Teknolojinin ezici yükselişini sindiremeyen hızın kurbanları, deneyselliğin, pratiğin, emeğin disiplininden uzaklaşıp “oyun” içinde çözüm arar oldu.
İktidar tepkisi “kalıcı olanı” dıştalarken, medyanın pırıltısı, kamusal alanı ve yuttaşlık haklarını görünmez kıldı. Kısacası politik alan estetikleşirken estetik alan politikleşmeye yöneldi. Bu yer değiştirme hem politik hem de kültürel aktörlerin rol ve güç kaybına yol açtı. Okunamayan kimlikler, öznesiz refleksler “büyük” resmin kurucuları karşısında “şeyleşti”.
Somut yaşamda bu politikalar ile, sanat piyasası denilen fırsatçılar arasına sıkışan “sanatçı” öz gücünü kaybettikçe yoksullaştı. Gündelik geçimdeki atölye kirası, malzeme parası, sağlık sorunları gibi sıraladıkça uzayan imkansızlıklar altında “üretebilmek” zorlaştı ve “kültürel irade”, aydın, yurttaş, kentli olarak sesi giderek kayboldu.
Oysa şimdi, her zamankinden daha fazla dayanışma gücüne ihtiyaç duyulan bu dönemde, sorunlarımızı (ideolojik durumlar dahil) önümüze koyup, çözümlemek durumundayız.
           Modernite karşıtı post-modern açmazları, güncel düşünmenin alternatifleri, aidiyet üzerinden geleceğin kültürel taşıyıcıları olarak yarına aktaracağımızın neler olabileceği, sadece avangard öncülüğün değil, var olanı kabul etmeyen-kırıcı değişimci isteklerimizin öncüleri olarak, ütopyalarımızı imgeleştirecek çalışmalara ihtiyacımız var.
Kamusal alanda sözümüzü, temsili olarak gasp eden, STK, kurumlar, müzeler, üniversiteler dışında doğrudan konuşan ve üretenler dayanışmasını korumak zorundayız.
Karşı Sanat Çalışmaları bu doğrultuda önüne “Vakıf” hedefli bir yapılanma ve “Enstitü” hedefli bir çalışma alanı oluşturmayı programladı.
Bunu yaparken gerçek kültürel aktörler olarak siyasi yapılarda tek tek sanatçılara kadar her yapıyla kurulacak olan temas sonucu, kısa ve uzun vadeli bir program yaparak yol alırken, aceleci ve tepkisel refleksler yerine, inşa edici ve kalıcı çalışmaları hedefliyoruz.
Önümüzdeki zaman diliminde sırası ile sanat ve siyaset, sanat ve gerçeklik, sanatçı ve aydın sorumluluğu, görsel ideoloji vs. gibi merkezli birçok program tasarlanmıştır.
“Marksist Estetik” üzerinden yılbaşından beri yürüttüğümüz teorik çalışmanın devamı olarak 05-12 Eylül Getto’da sergi-parti, 30 Eylül-30 Ekim Bankalar Caddesi Sümerbank’ta sergi ve etkinlikler, Eylül’den sonra Karşı Sanat Çalışmaları’nda başlayacak sergiler, “Ahmet Oktay Günleri” adı altında Sosyalist Gerçeklik paneli, yeni sezonun ilk çalışmaları olacaktır. Ana yaklaşımı Emre Zeytinoğlu’nun “My Name Is Casper” metni üzerinden yorumlanacak çalışmalar için alternatifplatform@googlegroups.com ve kardelenfincanci@gmail.com  başvurarak ilişki kurabilirsiniz. Ayrıca www.karsi.com sitesinden bilgi alabilirsiniz.


Fotoğraflar: Özcan Yaman

 














32)13eylül 2009--MEVSİM ARTIK SONBAHAR!

EVRENSEL GAZETESİ
KADRAJ
32)13 eylül 2009
Özcan Yaman



MEVSİM ARTIK SONBAHAR!

“Bu ilerleyiş de yol da, yolcu da sizlersiniz.
Aranızdan biri tökezler de düşerse, arkasından gelenler için düşmüş demektir;
onun ayağına takılan taş arkasındakilere uyarı olmalıdır.
Aynı şekilde düşen, önde sağlam ve hızlı adımlarla yürüyenler içinde düşmüş demektir; 
çünkü onlar geçip giderlerken taşı bir kenara itmemişlerdir…”
 ‘ERMİŞ’ Halil Cibran ÇEVİREN :Aytunç Altındal

Eylül geldi. Mevsim artık Sonbahar. Doğa safralarını kusuyor.
Sahi, dereleri dolduran, lalelerle-çiçeklerle İstanbul şehrini süsleyenler hesap verecekler mi? Biz sahip çıkarsak hesap sorulur. Kültür başkenti olacak İstanbul (!) Dünya olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak İstanbul(!) Yüzme dalında belki de insanların ölümleri pahasına olimpiyatlara hazırlanıyorlardır. Milenyum yılında, 2010’na aylar kala bu ne ilkellik. İki günlük yağışla bunca can ve mal kaybı. Başta Belediye olmak üzere devleti yönetenler bu enkazın altından nasıl kalkacaklar?
Avukata yumruk atana bin lira para cezası, avukatın arabasına tekme ile vurup yüz liralık zarar verene bir buçuk yıl hapis cezası veren adalet, son günlerde yaşananları nasıl değerlendirecek acaba? Ölen vatandaşlar yoksul halk olunca doğal felaket. Felaketi hazırlayanlar ne oluyor acaba?
Evet,  Eylül geldi mevsim artık sonbahar. Doğa safralarını kusuyor. Halk kış uykusuna yatırılmaya çalışılıyor.
Unutmayalım ki bu işin İlkbaharı var.

BELGESEL BİR FOTOĞRAF OKUMASI

(Not; Bir arkadaşın bana hediye ettiği orijinal fotoğraftan yola çıkarak Yılmaz Güney’in anısına…)

‘’ İlk bakışta sıradan, özensiz ve aceleyle çekilmiş-basılmış bir fotoğraf.
Fotoğrafçının damgası bile ters. Fakat insanı bakmaya zorlayan bir şeyler var...’’

MEKAN;
Bir duvar önünde duran beş adam. Toptaşı cezaevinin avlusu,
              ( Fotoğrafın arkasına öyle not düşülmüş)

ZAMAN;
1979 yılının ilk ayları , 30 yıl önce...


KOMPOZİSYON;
Fotoğraf dikey kadraj çekilmiş. Fotoğrafı ikiye bölen karanlık ve aydınlık neredeyse diyagonal kesilmiş. Kontrastlık hakim. Ortada fotoğrafın eskiliğinden kaynaklanan kırıklar var.
Aslında fotoğrafı çekilenler Yılmaz Güney’le yanındaki kişi (Çaycı Hasan diyelim). Diğer üç kişi fotoğrafçının çekmesini ve sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Biraz ayrı durarak havalandırma saati bitmeden fotoğraf çektirebilme telaşı belki de.
            Sıradanlığı bozan Yılmaz Güney’in açık renk paltosu ve gömleği. Yüzündeki sıcacık ifade , elinde tuttığu gazete/dergi  ile kendinden emin bir öğretmen ciddiyetinde. Kendine güvenen, gelecekten emin ve hafif tebessümle ortamı aydınlatan bir adam Yılmaz Güney. Sanki şöyle diyor;
“ Yıllar sonra beni karalamaya çalışacaklar, ama sizler en iyi yanıtı vereceksiniz.”

NURİ’ lik,  ABDURAMAN’ lık ve ŞABAN’ lık  ÜSTÜNE

“... Biz Yılmaz Güney’i siyasi olduğundan değil, hani erkek adam olduğu için severdik...
... Onunla konuşmak, resim çektirmek, sohbet etmek için millet can atardı. Sorunum var nasıl çözelim diye bahaneler uydururlardı.
            Kasap dediğimiz bir berber arkadaş  vardı. Resmi o çekerdi. Çok para kazandı. Bir arkadaş, Yılmaz Güney’le resmimi çek diye sıkıştırmış fakat bir türlü denk getirememiş.
Kasap avluda Yılmaz abiye;
“ Yahu abi birisi var başımın etini yiyor, azcık bekler misin şunu bulalım.” Dedi,
O da “ olur “ dedi beklemeye başladı.

Neyse yaka paça adamı getirdiler. Yılmaz abi bir espri yaptı ve mahkumun çok hoşuna gitti,Sanki Yılmaz Güney mahkumla resim çektirmek istiyormuş gibi;
“ Yahu arkadaş nerdesin? Şunun şurasında bir resim çektirelim dedik, burnun mu büyüdü?” Gülüştük.
... Kitaplığı vardı. Daktilosu vardı çalışıyordu. Çalışıyorum diye bizimle diyaloğu kesmezdi. Kimseyi kırmazdı. İstese elini kolunu sallaya sallaya çoktan kaçardı.  Eğer sonunda kaçtıysa muhakkak bir nedeni vardı. Bir anımız oldu. Karakol komutanının kadın mahkumlara karşı yanlış bir tutumu olmuş. Mahkumlar huzursuzlandı. Cezaevi müdürü bile bizden eylem bekledi, boykot moykot gibi. Duvarlar delinecek koğuşlar bir araya gelecek falan gibi.
Yılmaz abiylen ben bu konuyu konuşurken gardiyan geçiyordu.Gerçi gardiyan mardiyan takan yok. Bana “ Dikkat et gardiyan geçiyor” dedi.Bende “boşver geçerse geçsin “dedim.
Yılmaz abide unutamadığım öyküyü anlattı;
            “ Bana bak Hüseyin, toplumda, yani bizde Nuri’lik, Abduraman’lık ve de Şaban’lık diye bir hastalık var biliyor musun? “ dedi.
           
“Bilmiyorum” dedim.
Başladı tek tek anlatmaya;
- Nuri’lik, Kendine yontmaktır. Çıkarcılıktır. Burjuvazi kendi çıkarına olan her şeyi sanki toplumun yararınaymış gibi sunar...
- Abduraman’lıksa incir çekirdeğini doldurmayacak, gereksiz gevezeliklerle vakit öldürmektir.
- ... Yerli yersiz vakitli vakitsiz konuşmakta Şaban’lığa girer..! dedi.

( Hüseyin Şen, Sarızlı 1978’ de Yılmaz Güney’le yatmış. Söyleşisinden alıntı. Mahpus Yılmaz Güney / Hasan Kıyafet 4. Basım, İnsanca yayınları 1989)




Eylül ayı nerdeyse canımızı en çok yakan ay. 12 Eylül darbesini lanetle anarken, Öldürülen binlerce insanın bıraktığı miras gençliğe güç veriyor.
Üstün Akmen abinin ‘ Şen ola ülke halkım, şen ola… 12 Eylül meşruiyet kazanmakta’  yazısını okuyamayanlara öneriyorum. ( 9 Eylül 2009 tarihli Evrensel)




















(Fotoğraf: Özcan Yaman)
Ya Erdal Eren’i düşünmek nasıl bir duygu veriyor?
Şadan Eren, 29 yıldır gece gündüz acısını kendi içinde yaşayan; yeşil bir fidan gibi haksız hukuksuz kıyılan oğluna yapılanları unutmaya çalıştıkça, acısını kendi içinde çoğaltan; çoğalttıkça unutmaya, unutmaya çalıştıkça da çoğaltmaya mahkum olmuş bir ana...



(fotoğraf: Özcan Yaman)
 Bu ülkede yıllardır Devrimciler,Sosyalistler insan hakları dediler, Kürt sorunu dediler diye İşkence gördüler, tutuklandılar, öldürüldüler. Oysaki bu taleplar sosyal demokratların sıkı sıkıya savunmaları gereken taleplerdi. Oysaki bizim sözde sosyal demokratlar milliyetçilik ve 'mehape'leşmek derdinde imişler. Daha önce yayınlanmış olan bu fotoğraf gündeme oturduğu için bir kez daha dikkatinize…















(Fotoğraf: Vahit Akça)

Hayat çelişkidir. Etki tepkinin nedeni, tepkide nedenin sonucudur. Vahit Akça arkadaşımızın Barış mitinginden çekerek bizlerle paylaştığı fotoğraf…  

31)06 eylül 2009--Anlayana; Sivri Sinek Saz, Anlamayana; Davul Zurna Az

EVRENSEL GAZETESİ
KADRAJ
31)06eylül 2009
Özcan Yaman



Anlayana; Sivri Sinek Saz,
Anlamayana; Davul Zurna Az

"Çocuklarınız, sizin çocuklarınız değildir. 
Onlar, Hayat'ın kendine olan özleminin oğulları ve kızlarıdır.” 
Halil Cibran

Gençlik bizim zamanımızdaydı, şimdiki gençlik şöyle böyle vs… diyerek eleştiriliyor gençlik. Yok apolitikler, yok saygısızlar vb. Peki gençlikten ne anlıyoruz?
Doğrudur, bu ülkenin gençliğinin üzerinden buldozerler geçmiştir. Gençlik kırılmaya, ezilmeye çalışılmıştır. Çünkü onlar geleceğin sahipleridir. Bugüne sahip olduğunu düşünenler, doğal olarak geleceğin sahiplerini etkisiz kılmaya yok etmeye ve kendi kurdukları düzenin devam ettirilmesi için  çalışacaklardır.
Her dönemde olduğu gibi yine en güzel cevabı da onlar vermediler mi?
1970 ler dediğimizde Deniz’leri, Mahir’leri, İbo’ları,
1980 ler dediğimizde; “Asmayalım da, besleyelim mi” diyen, 12 Eylül faşist zihniyetini, daha 17 yaşında 70 yaşın bilgeliğinde, mahkum eden Erdal Eren; kendisini yargılayanları da şu sözlerle yargılamadı mı?: “…Hakim sınıflar ve onların uşakları bu sömürü ve baskı düzenine yönelen her hareketi kanla boğmak istiyor. Bunun için olmadık tertipler tezgâhlıyorlar. Halkın kurtuluşu için mücadele veren, baskı ve sömürüye karşı çıkan herkes bu tezgâhlara muhataptır. Siz, mahkeme heyeti olarak bu tezgâhın bir dişlisinden başka bir şey değilsiniz. Benim hakkımda ne kadar peşin bir yargı yapıldığı ortadadır..."
"(...) Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir…"
  Diyerek, genç olmanın ne demek olduğunu gösterdiler. Varsın, onlar gençliği suçlasınlar,
Gençlik, aldığı mayayı tutturuyor.
İtiraz ettiler; Dinlenmek, eğlenmek, tatil yapmak sadece zenginlerin hakkı değil dediler. El ele vererek, dayanışmayı öğrenerek, paylaşmanın en güncel örneklerini sergileyerek binlerce gençle tatili bir arada geçirebilmek için düşlerini katıp gençlik kampını hayata geçirdiler. Tatil çantalarıyla yol eylediler, baştan başa bütün bir Anadolu'yu. İlkini 1998'de Bergama'da düzenledikleri gençlik kampına yüzlerce genç  katılmıştı. Siyanürcü altın şirketine karşı mücadele eden köylülerle beraber oldular.
Bergama Gençlik Buluşması'nı ilerleyen yıllarda yenileri izledi. Topraklarımızı zehirleyenlere, denizlerimizi kurutanlara inat Akkuyu'nun yolunu tuttular, Sonrasında Dikili ve  Gümüldür deneyimleri, bu yıl ise Gönen'de Disk’in Kemal Türkler tesislerinde 'Kriz kapitalizmin, gelecek bizimdir!' diyerek,  bir araya gelen binlerce genç oldular… Çünkü bütün dünyayı saran küresel ekonomik kriz gençleri de doğrudan etkiliyor. Çalışan milyonlarca genç artık işsiz, işten atılanlar içinde ülkenin en iyi üniversitelerini bitiren gençlerin de adı var. Krizin etkisi artarken, eğitim hakkı da kısıtlanıyor. Artık okumak, okul bitirmek daha da zor. Binlerce gencin önüne yine makyajı yenilenmiş ÖSS, KPSS duvarları çekiliyor. Eğitimle, parayı yan yana istemeyen, herkese eğitimde fırsat eşitliği isteyen; savaşlar, felaketler, kuraklık, suyun ve sağlığın tekellerin denetimine verilmesini, ormanların yağmalanmasını endişeyle izleyen,
sorunları bilim adamları, sanatçılar ve aydınların katılımıyla birlikte tartışan bir gençlik… Doğanın ve dünyanın geleceğini, kendi geleceklerinde gören gençler,'Güvenli bir gelecek' için el ele, yürek yüreğe verdiler. Yalnızlığın ve yoksulluğun dünyasına karşı 'başka bir dünya mümkün' dediler, hep birlikte… Birlikte yaşamanın, kollektif dayanışmanın, başkasını sevmenin ve saygı duymanın kültürünü yeşerttiler.
Emeği kültürde, bireyi toplumla, bilgiyi tevazuuyla, politikayı ekonomiyle, sanatı emekle buluşturdular. Ne zaman mı? 22-30 Ağustos’ta Gönen’de…
Bir çok atölye kurdular. Edebiyat, Şiir, Kadın Çalışmaları, Resim, Müzik, Tiyatro, Ritim, Kürtçe Dil ve Tiyatro, Sinema-Tv ve Video ve de ille de Fotoğraf atölyelerinde dolu dolu bir hafta nasıl geçti? Şaşırdılar. Konserler, Söyleşiler ve de ille de Kamp Tv ile coştular. Yeter mi? Yetmez, sabaha kadar uyutmayan sivrisineklerle  dolu anıları oldu. Yıllar sonra bu kampı hatırlamak için ‘hani sivrilerin bol olduğu kamp’ diye anlatacakları espriler üretip kahkahalarla güldükleri bir gençlik kampı deneyimini yaşadılar ve yaşattılar.
Arkadaşlıklar kuruldu, dostluklar pekiştirildi ve moralle dönüldü. Emek gençliği, bir kamp kültürü oluşturdu. Seneye, uluslararası yapılacak kampın çalışmalarını şimdiden planlamaya başladılar ne mutlu… Yazının başlığındaki gibi; Anlayana sivrisinek saz, Anlamayana davul zurna ile duyurulur…” Gençlik öğretmeye devam ediyor!”
Bu arada sayfa yine yazı doldu. Oysa ben Fotoğraf atölyesinden bahsedecektim. Atölye arkadaşlarımdan bahsedecektim. En iyisi fotoğraflarla atölye çalışmalarımızı anlatalım. Kendimize biraz torpil olsun.





01.
Fotoğraf atölyesinin çalışkan öğrencileriyle birlikte…
 
02.
Fotoğraf: Aykut Lor
Kompozisyon denemelerinde farklı açı arayışı


03.
Fotoğraf: Özcan Yaman
Sabaha kadar milleti uyutmayan Kamp TV çalışanı Serkan Kurt un avlandığının resmidir.











04.










Fotoğraf: Cumali Akkaş
Fotoğraf atölyesi öğrencisi magazin muhabiri Cumali nin
büyük başarısı, her daim genç kaldıklarını ispat eden Sennur Abla ve Adnan Abi nin kaçamak yaparken yakalandıkları an…






                                                                                                         


   05.  Fotoğraf: Aykut Lor
Sahne fotoğrafçılığında umut vadeden Aykut un objektifinden Kürtçe Tiyatro Atölyesinin oynadığı oyundan bir sahne









06.
Fotoğraf: Aykut Lor
Bir portre fotoğrafı olarak Zerya ancak bu kadar güzel çekilirdi.









07.
Fotoğraf: Şebnem Akyol
Fotoğraf çekmenin bir sabır işi olduğunu görüyoruz.







 


08
Fotoğraf: Gurbet Ergün
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.


 








09.
Fotoğraf: Demet-Yılmaz
Ruhların gıda ihtiyacını karşılayan müzik atölyesine olan ilginin fotoğrafı












10.
Fotoğraf: Semra Arslan
İnsanın kullandığı ilk alet olan el ile emeğin hayat bulması









  




11.
Fotoğraf: Dilek Omaklılar
Özcan Hoca yolunu şaşırıp bir ara Sinema-TV atölye çalışmalarında konuşma yaparken öğrencileri tarafından değişik bir açıdan yakalandı








12.
Fotoğraf: Semra Arslan

Sevinç ve keder çelişkiyi barındırır. Her son yeni bir başlangıçtır

30) 30 AĞUSTOS 2009-- Bakmak,Görmek ve Göstermek işte ALİ ÖZ

EVRENSEL
KADRAJ KÖŞESİ
ÖZCAN YAMAN
30) 30 AĞUSTOS 2009


Bakmak,Görmek ve Göstermek
işte ALİ ÖZ

Bir fotoğrafa baktığınızda, etkileniyor, düşünüyor ve aklınıza bir şeyler takılıyor ise o fotoğraf başarılı bir fotoğraftır.
Bu gün gazetelere baktığımızda kaç fotoğraf bizi etkiliyor?
Yada kaç fotoğraf boş yere yer işgal ediyor? Peki Türkiye’de 30 yıldır kalitesini düşürmeden başarıyla fotoğraf üreten ve yapan kaç basın fotoğrafçısı var?
Ali Öz, bu az sayıdaki insanlardan biri olarak yerini alıyor. Nerede miting var, eylem var, toplantı var Ali orada. Ajandası hep bir yerlerde olmanın notları ile dolu. Zannediyorum son iki aydır, kendine ve fotoğraflarına hiç bu kadar zaman ayırmamıştır. Açacağı serginin sorumluluğunun ağırlığı, ona bu titiz olma hakkını veriyor. Çünkü Ali yalnızca bir fotoğraf sergisi açmakla kalmayıp Ülkenin son 30 yılının politik dökümünü bize sunmaya hazırlanıyor. Anlamlı bir günde, Barış günü olan 1 Eylül ‘de sergisini Karşı sanat’ın ev sahipliğinde açıyor. “Fotoğraflı Türkiye Sosyal Tarihi” olarak adlandırılabilecek sergi, son 30 yılın en önemli karelerinden oluşuyor. Siyasetin, toplumsal aktörlerin, sosyal değişimin kırılma noktalarının sınır uçlarında gezinen objektifi ile, yaşam riski altında bile insana dair en yalın sözü, acı bir tebessüm tadında donduran enstantenelerinden 130’a yakın seçkiyi bu sergide bir arada görmek mümkün olacak. 20 Eylül’e kadar açık kalacak sergiyi kaçırmamak gerekiyor. Özellikle basın, belgesel ve enstantene fotoğrafçılığı yapanların yanı sıra fotoğraf bölümlerinde okuyan genç arkadaşların izlemesini önemle tavsiye ediyorum.
Dileğim, sergiye yetişmediğini bildiğim bir büyük kataloğun basılarak görsel bellek arşivinde yerini alması. Bu amaçla destek olacak kurumların çıkmasını temenni ediyorum.
Eğer fotoğraflara baktığınızda imzasını görmeden “Bu fotoğraf şu fotoğrafçının olabilir”  diyorsanız . Yani fotoğrafçısını fotoğrafından tanıyabiliyorsanız o fotoğrafçı kendi alanında fotoğraflarıyla bir imza olmuş demektir. Evet Ali Öz artık fotoğraflarından tanınan bir imzadır. İşte Ali Öz çektiği fotoğraflarla özdeşleşmiş bir sanatçıdır. Yılların emeği, birikimi ve dikbaşlılığı, olaylara objektif bakışı ama taraflı yaklaşımıdır hak ettiği yere getiren. Onun fotoğrafı çekerken kattığı bilgi birikim ve tecrübe genç fotoğrafçılara örnek olmalı ki olduğunu biliyorum. Özellikle basın fotoğrafçılığı yapan arkadaşlara devamlı söylediğim “Arkadaşlar bir yerde fotoğraf çekerken Ali Öz’e rastlarsanız, mutlaka onu izleyin” derim. Yalnızca fotoğrafçılar mı artık onu alanlarda tanıyanlarda, “Ali burada ise güvendeyiz” diye düşünüyorlar. Çünkü o fotoğraflarıyla bu güveni veriyor. Ben Ali’nin pratik zekasına bir çok kez şahit olmuşumdur. 1 mayıs 2007 de Beşiktaş’ta iken hızla Dolmabahçe’ye nasıl ulaşılır? Ortalık karışırken çekim açısı nasıl bulunur? Ya da polislerle didişirken nasıl kurtulunur gibi sayısız pratikleri yaşamışımdır. En son 2009 bir mayısında Ali’nin sayesinde polis baskısından kurtulduğumu hatırlarım. Bence o fotoğrafın gücünü çalışırken de kullanan bir fotoğraf eylemcisidir.
“Fotoğraf nedir? ne olmalıdır” Evet fotoğrafın ne olduğu ve olması gerektiğinin cevabını bize çektiği fotoğraflarla veriyor. Kendisini sosyal politik basın fotoğrafçısı olarak tanımlıyor Ali. Bence o bir fotoğraf sanatçısıdır. Eğer ürettiğimiz işler yıllar sonra tarih ve toplum birliğinin çelişkisini sunuyorsa, gerçekliği kalıcılık taşımaya başlıyorsa o yapılan iş bir sanat eseridir ve yapan kişi sanatçıdır.
Fotoğrafı kaygı ile çeken ona estetik biçimsel değerleri katan ve doğru bir bakış açısıyla sunan, bu değişkenleri toparlamak için uğraşan Ali Öz hala en güzel fotoğrafı yapmanın peşinde. Ali’lerin çoğalması dileğiyle…
Sözü burada kesip fotoğrafları birlikte okuyalım.











1 mayıs 2009 da Ali’nin “Ne yapıyorsunuz” ünlemesiyle, fotoğraf çektiğini gören polis müdahaleden vazgeçiyor.





Yıllar önce çekilen bu fotoğraf, bugün çekilse ancak gündemi bu kadar anlatabilir. Görsel ironi dudaklarımızda tebessüm yaratırken çelişkiyi de beraberinde getiriyor.
(Ecevitîn cenazesinden,2006)







Bir anayı böyle ne ağlatabilir? Dudaklarını sıkmış ama gözlerini sıkamıyor. Elinde bir fotoğraf var gördünüz mü diyor.? Nerede diyor. Öfkeli ama dirençli. İstiyorum diyor, oğlumu istiyorum. Duyuyormusunuz? Bu fotoğraf yıllar öncesine ait oysaki ama sorun hala sıcak. Kaybedilenler, katledilenler hala hesapların sorulmasını bekliyor, oysa deriniyle, şahiniyle suçlular hala ortalıkta.
Eğer bir ana, bir baba, bir çocuk bu halde ise bu nasıl sosyal devlet, nerede adalet? Bir kadının gözyaşları ve bir insanın sureti bu kadar mı özdeşleşmeli?




 Suç ve ceza nedir? 
Kuytu bir yerde sıkıştırılmış yada götürülmüş bir insana karşı işlenen suçun fotoğrafıdır bu. O an fotoğrafı çeken tanıktır. Deklanşöre basmasa sanki bu vahşet yaşanmamış mı olacak? Oysa her gün benzerleri yaşanıyor. Peki ne kadarını belgeleyebiliyoruz? Dayak yiyenin duygularını, fotoğrafı çekenin duyguları karşılıyor. Belki saldırı fotoğrafı çekene yönelecek. Ama sorumluluk duygusu korkuyu yeniyor ve bir klik sesi… Sonuç resmi ve sivil işkencecilerin işbirliğinin resmidir artık. Belki birkaç saniye sonra ellerini kaldırmış sopayı indirmek üzere olan nefretini kusacak. Üstü başı kan içinde kalacak olan bir insan yere düşecek. Fotoğrafta biri mağdur beş işkenceci, genel bir fotoğrafın çok küçük bir parçasını gösteriyor. Bu fotoğraf konuşuyor, duyuyor musunuz? Yok canım genel bir uygulama değil, münferit.(!) Evet, Türkiye bir sosyal hukuk devletidir. Efendim?




Münferitler devam ediyor Metin Göktepe katlediliyor. Sonuç resmi ağızlar için hep aynı 
mün-fe-rit. Metin o kadar şanslı olamadı. O tanıklığının kurbanı oldu. Yukarıdaki fotoğrafın bir devamı sanki bu fotoğraf. Ali bunu ispatlarcasına basmış deklanşöre…
Çağının tanığı olmak ve gerçeği aramak –bulmak-göstermek.





 


Mutluluk nedir? Anladık, bazen anlamlar değişebilir, Amerikan malı jeeple gireceksin mutluluk kapısından, sonra? İnsanların yüzlerine bakın. Ben göremiyorum mutlu olanı siz görüyor musunuz? Peki jeepteki asker mutlu mu? Oda değil. Çarpıcı bir breht ironisi karşılıyor bizi.




Gözaltı mı? Gözdağı mı? 
Çocuk dalmış hayallere evini, anasını babasını düşünür. Biraz önce oynadığı alana bakıyor anlamsız ama büyüyen gözlerle. Fotoğrafı çekenle göz göze geliyor. Bu fotoğrafa İster sağından ister solundan bakın. Çocuğun bakışlarından kaçamayacaksınız. Ya o saklandığı sanılan jop ne oluyor? Belki o gün karşı koymak için taş atamayan bu çocuk şimdi bir baba oldu ve onun çocuğu Terörle Mücadele Kanunu gereği hapiste olabilir mi.? Çocuklara bile tahammül edemeyen bir devletin sosyalliğini nerede arayalım?







Devlet babadır. Vatandaş itaat edendir. Ne gelirse Allah’tandır. İşte sorgulamayı gösteren bir fotoğraf.









Yoksuluğun ve yoksunluğun fotoğrafı. Ne uğruna? Otorite. Kimin kime uyguladığı otorite? Devletin vatandaşına uyguladığı otorite. Oysaki bu görüntüler bir türlü değişmiyor. O zaman dertlerin değişmesi gerekiyor. Dertleri değiştirecek olanlar ise mağdur. Peki baskıyı yaşayan bu çocuklar mağduriyetlerini sonlandırmak için geleceğe bırakılmış tohumlar olmayacaklar mı? O zaman ne asker ne polis ne silah hepsi geri tepecek.




Su hayattır! Hep tekrarlanan sahneler ama unutuyorlar ki su hayattır. Bir kere dallara can suyu yürüyenler, suyu kötü amaçlarına kullananları lanetlemeye görsün.